Скачать книгу

yapan arı misali kalbinde toplayabilmen şart.

      Eskiden yaşlılar bir araya geldikleri zaman, çocukları konuşturmak için; “yedi atasını3 yanılmadan kim sayabilir?” derlerdi.

      Çocuklar oyunu bırakıp hemen ciddileşir ve sırayla dedelerinin isimlerini saymaya başlardı. Dilin sürçer de (dedelerinden) birini unutursan, Allah korusun… Büyüklerin böyle soru sormalarının ehemmiyetini sonradan anladım. Kimin neslinden olduğunun unutulmamasının, kuşaklar arası ilişkilerin kesilmemesinin ve yakınınla yabancıyı ayırabilmeyi küçük yaştan hafızaya işlemenin çok önemli olduğunu çok sonradan farkettim.

      Yedi göbeğe kadar inemeyen özürlüdür. Çünkü bunun bilmediği yerde ahlaksızlık kol gezer, haramdan sakınmak söz konusu olmaz.

      İşte bunun gibi basit, aynı zamanda sert halk felsefesini büyüklerin ağzından çokça duyarak büyüdüm.

      Mesela, ben Şekerliyim. Babam Törekul, Törekul’un babası Aytmat, Aytmat’ın babası Kimbildi, Kimbildi’nin babası ise Konışıjok vd. Dedem Aytmat on parmağında on marifet olan, kopuz çalmada, ozanlıkta Talas kırlarında eşine ender rastlanan, ferasetiyle, irfanıyla tanınan birisiymiş. Ayımgül, Törekul, Karakız, Gülayım, Rıskulbek adında üç kızı, iki oğlu varmış.

      Köy, azaları bir bütün teşkil eden vücuda benzer. Bizim köylerin herkesçe bilinen, fakat yazıya geçirilmeyen kendine özgü bir yasası var. Büyüklere saygı göstermekle başlayan bu yasanın bir bölümü -aynı zamanda en mühimi- yedi kuşağa kadar dedelerini ezberebilmek. Yedi göbeğe varmadan yani tuajat4, jurejatı5 aşmadan, akrabaların kan içeriğinin benzer olduğu tıpta da ispatlanmıştır. Önceki kuşaklara dair bilgi edinmeden akrabanla evlenecek olursan, bundan, gelecek nesil zarar görür. Kırlarda hayvan otlatırken, atasözü dediğimiz özlü ifadeleri meydana çıkaran büyüklerimiz hayat tılsımını nasıl ustaca çözebilmişler…

      İnsanlar arası ilişkiler şöyle dursun, kaliteli nesil üretmek amacıyla koyun sürüsüne damızlık koçu, at sürüsüne aygırı6 komşu köylerden getirirlerdi. Mesela, Amerika’da son devirde iradesi güçlü, kuvvetli insanların çoğalmasının sebebi nedir? Kıta dünyaya açılınca, dünyanın dört bir ucundan yüzlerce millet buraya göç etti. Ve yerli halkla içli dışlı oldu; haliyle evlilikler gerçekleşti, kan yenilendi, genetik kuvvetlendi. Hatta onlar eski atayurtlarını Eski Mekan olarak adlandırdılar.

      Şahanov: Sekiz-on sene evvel, Jambıl vilayetinden bir adam bana özellikle gelerek birisi hakkında fikrimi sormuştu. Yeğeni Almatıdaki üniversitelerden birinde birinci sınıf öğrencisiymiş. Misafirim; “Yakın akrabamızın bir kızı vardı, yeğenimle birbirine aşık olmuşlar. Yeğenim “İllaki o kızla evleneceğim, izin vermezseniz intihar edeceğim” diye inat ediyor. Akrabalar toplanıp yaptığının doğru olmadığını söyledik, ne yazık ki dinletemedik. Kızdık. Akıl vermeye, samimi bir üslupla yatıştırmaya çalıştık. Hiç dinlediği yok. Kendi aramızda meşveret ettik, eninde sonunda size danışmayı uygun bulduk. Dinlerse, ancak sizi dinler. Çünkü sizin şiirlerinizi çok seviyor, çoğunu ezberebiliyor, anlattıklarınızdan örnek alıyor. Yanınıza çağırıp akıl verseniz veya birkaç cümlelik mektup gönderseniz. Çaresiz kaldık!” diye mahzun mahzun bakmıştı.

      Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali, iki arada bir derede kaldım. Gençlerin birbirini sevdikleri bir gerçekti. Onlardan taraf olmaya, yedi göbek geçmeden evlenmeyi yasaklayan atalar geleneği elvermiyordu. Ayrılsınlar diyecek olsam, herkese nasip olmayan sevgi denilen o engin duygudan kopunca bütün hayatları boyunca göz yaşlarını dökmeyeceklerinden emin değildim. Çünkü sevmek, gerçek manada sevmek, insan hayatında bir defaya mahsus olabilir. Kafamı allak bullak eden sualleri cevaplamak o anda bana çok ağır geldi. En sonunda; “Şimdilik nasıl olsa 1. sınıftaymışlar. Evlenmeyi mezun olacakları tarihe ertelesinler. Bu arada belki birbirlerinden soğurlar. Zira insanoğlu gerçek sevgi ile geçici arzuyu bazen ayırt edemiyor ve yanlışa düşebiliyor. Eğer üniversiteyi bitirdiklerinde hâlâ birbirine can atıyorlarsa, gerçekten seviyorlar demektir. Alın yazısına boyun eğer, dünya evine girerler” dedim. Bu da benim çaresizliğimin ifadesiydi.

      Şike, hatırlarsanız 1969’da, Moskova’da, genç şair ve yazarların Sovyetler Birliği genelinde üçüncü kurulu toplanmıştı. Sizi o zaman tüm dünya tanıyordu. Sizinle bir iki kelime konuşmak, konuşmalarınızı dinlemek bizim gibi gençlere büyük bir sevinç kaynağı idi. O zaman beni tanımıyordunuz. Buna rağmen ben yanınıza yaklaşmış, bir yandan Kırgız olduğunuz için sizi yakın bir ağabey bilerek az çok konuşmuştum. Yukagir halkının genç yazarı Semyon Kurilov’la sizi tanıştırmıştım. Onun Hanido ve Halerha adlı romanı SSCB Yazarlar Kurulu Başkanı Konstantin Fedin’in tebliğ konusu olmuştu. Kurul toplantısına iştirak edenler de eseri ve sanatının altını çizmişler, ona iltifatta bulunmuşlardı. Sonradan, adı geçen romanı Almatı’ya getirip meşhur Kazak gazeteci Mınbay İlesov’a çevirisini yaptırmış, Kazakça yayınlatmıştım. Semyon çok masum ve kabiliyetli bir insandı. Maalesef genç yaşta vefat etti.

      S. Kurilov’un bu romanı, yanılmıyorsam o zamanlar topu topu 608 kişiden ibaret olan Yukagir milletinin şeceresi mahiyetinde bir sanat eseriydi. Demek istediğim şu: Yukagir milletinin, Sibirya’nın diğer düşük nüfuslu milletlerinde olduğu gibi, çok tuhaf bir geleneği varmış. Misafire saygısını ifade etmek için ev sahibi kendi hanımını gelen kişiyle aynı yatakta bırakırmış.

      Aytmatov: Evet bu davranışın altında da düşünmeye değer bir yaklaşım var. Bir elin parmakları kadar az olan bir milletin hepten yok olmamak, silinmemek yolundaki mücadelesidir bu aslında. Kan yakınlığı olanların bir biriyle evlenmesi genetiği zarara uğratırmış. Yani, kan yenilenmeyince, yeni doğan bebeğin özürlü olma ihtimali yüksekmiş. Yedi göbeğe kadar evlenmeme adetini, nesilden nesile aktararak zihinlere işleyen atalarımızın basiretine hayret etmemek elimde değil. Halkımızın güzel gelenek-göreneklerini, cömert yapısıyla iyilikseverliğini hep muhafaza eden büyüklerimize köy akademisyenleri denilebilir.

      Şahanov: Evet, köylerimizin yazıya geçirilmemiş kendi kanunu var, dedik. Köy insanı, içgüdüsel olarak bu kanunun gereğini yerine getiriyor. Örneğin, gelinler asla büyüklerin önünden geçmezler. Onları görünce hafif eğilerek selam verir, seslenmezler. Aynı zamanda eltilerine, kayınlarına ve görümcelerine karşı saygısını, onların kendi isimlerini söylemeyip başka güzel isimlerle hitap etmekle belli eder. Muhteşem bir kültür değil mi?

      Aytmatov: Bizim köyün gelinleri de kayınlarına isim takmakta ustaydılar. Bazen, kaynının mesleğiyle ilgili olurdu bu isimler. Mesela, Jılkışı Kaynağa7 gibi veya uzun boylu birisiyse tam tersine Kiçkine Ata (Küçük Ata) derlerdi. Şeker’de çok zayıf birisi vardı. Gelinleri ondan bahsederken “Tirşeken”8 geliyor, Tirşeken şöyle demiş, böyle demiş” diyorlardı. Demek köyde her insanın kıymet ve haysiyetine göre belli bir yeri oluyor.

      Şahanov: Bu konuyla ilgili halk arasında şöyle bir hikâye anlatılır:

      Bir nehrin öbür kıyısında kalın kamışın beri tarafında, bir kurdun saldırısı sonucunda bir koyun ölmek üzereymiş. Su almaya çaya giden bir genç gelin, koyunu o vaziyette görür görmez murdar olmasın diye bıçağını bileği taşında bileyip koyunu kesmiş. Köye döndüğünde olayı nasıl anlatacağını şaşırmış; çünkü Özenbay,9 Kamışbay, Koyuncubay, Kaskırbay, Скачать книгу


<p>3</p>

Yedi ata: Kazak ve Kırgızlarda yedi göbek geçmeden evlenmeme geleneği vardır. Dolayısıyla çocuklar küçük yaştan itibaren yedinci dedesine kadar ezbere bilirler. (Ç. N.)

<p>4</p>

Tuajat: Altıncı kuşak torun.

<p>5</p>

Jurejat: Yedinci kuşak torun.

<p>6</p>

Aygır: Atın erkeği.

<p>7</p>

Jilkışı: Ata bakan, atçılıkla uğraşan. Kazak ve kırgızlar büyük kayınlarına “Kaa-ynağa” (kayın ağa) derler. (Ç. N.)

<p>8</p>

Tirşeke: Zayıf, bir deri bir kemik manasında.

<p>9</p>

Nehirbay