Скачать книгу

insanlar için neden doğmak ve ölmek üzere yarattığını soramadığımız için okuyorduk duaları. Dünyaya geldikten sonra insanlar yazgılarına dualarla katlanıyor, yazgılarıyla dualar sayesinde uzlaşıyorlardı. Duaların hiç değişmemesinin, hepsinde aşağı yukarı aynı sözlerin söylenmesinin nedeni, insanların boşu boşuna sızlanmasını önleyip yatışmalarını sağlamasıydı. Yüzyıllardır elden ele dolaşarak perdahlanan altın paralar gibi dualar da sağların ölülerin başında söyledikleri süzme sözlerdi. Atadan oğula kalan bir gelenekti bunlar.”38

      Yedigey, cenazenin yanında kendisiyle birlikte gelen gençlere bakarak onların hiç dua bilmiyor olmalarına hayıflanır, kendisi gibi yaşlılar da kalmadığında, “Öldüklerinde bunları kim gömecek; teker teker yokluğa karıştıkları sırada yaşamın başlangıcını ve sonunu kapsayan sözleri kim söyleyecek, ‘elveda yoldaş unutmayacağız seni’ mi diyecekler ya da buna benzer bir zırva mı yumurtlayacaklar?” diye düşünür,39 ilçe merkezinde katıldığı bir cenaze töreninde buna benzer sözler söylendiğini hatırlayarak üzülür.

      Gün Uzar Yüzyıl Olur’da dinî içeriğin öne çıktığı birçok bölüm daha vardır: Nayman Ana’nın oğlunu aramaya giderken kelime-i şahadet getirerek yola çıkması40, Ahmet Yesevî’nin mezarını ziyaret etmek istemesi41, Kazangap’ın cenazesinin defni sırasında dinî merasim yapılması42 bunlar arasında sayılabilir. Genel olarak baktığımızda bu romanda dikkati çeken bir husus da dinî ve ahlaki değerlere sahip olan roman kişilerinin düzenli ve tutarlı, buna karşılık manevi değerlere inanmayan roman kişilerinin genellikle başıboş ve düzensiz bir hayat yaşamalarıdır.

      Bu ikinci gruptaki roman kişileri arasında en dikkate değer olanı, Kazangap’ın oğlu Sabitcan’dır. Sabitcan Sovyet okullarında okumuş, tam bir Sovyet terbiyesi almış, milletine ve geleneksel değerlerine yabancılaşmış bir insandır. Aytmatov, Sabitcan tipini kendi toplumunun geleneğine, dini ve ahlaki değerlere yabancılaşan insanın içine düştüğü çıkmazı ve boşluğu ifade etmek için, Yedigey’in tam tersi bir kişi olarak çizmiştir. Sözde aydın olan ve eski Yunanlıları Olimpus dağındaki tanrılara inandıkları için alaya alan Sabitcan, yazar tarafından, bu tanrıların yerine teknolojiyi koyuşu ile gülünçleştirilir. Olimpus’taki tanrılara inanmayan Sabitcan uzay alanındaki tanrılara inanmaktadır:

      “Düşünebiliyor musunuz, bizler insanlık tarihinden en mutlu kişileriz. (…) Eskiden insanlar tanrılara inanırlardı. Eski Yunan tanrıları sözde Olimpus dağında yaşarlardı. Şimdi düşünüyorum da ne biçim tanrıydı bunlar? İşleri güçleri birbirleriyle kavga etmekti. Birbirleriyle kavga etmekten dolayı insanların mutluluğuna çalışmaya elleri değmiyor, belki bunu akıllarına bile getirmiyorlardı. Aslında yoktu böyle tanrılar; bunlar birer söylence, birer masaldı. Oysa bizim tanrılarımız yaşıyorlar. Bütün dünyaya karşı övünç duyduğumuz bu tanrıları herkes kolay kolay görüp konuşamaz, her canı isteyen Mırkımbay ya da Şıykımbay [her önüne gelen] elini uzatıp tanışamaz, tanışması da gerekmez. Çok doğaldır ki bu gerçek tanrıların bir ayrıcalığı vardır.43

      Aytmatov, okuyucunun Sabitcan’ın bu sözleri ile romanın diğer bir olay halkası olan geleceğe dönük hayalî uzay projesini karşılaştırmasını ister gibidir. Yazarın iki olay halkası arasında kurduğu ustaca benzerlikler sayesinde okuyucu bu karşılaştırmayı ister istemez yapar.44

      Sözünü ettiğimiz uzay projesine göre Sovyetler Birliği ve Amerika birlikte yürüttükleri çalışmalar sonucunda üzerinde hayat olan yeni bir gezegen keşfederler. Dünyadan çok daha ileri bir medeniyete sahip, savaş diye bir kavramı tanımayan ve hayatın o gezegende yaşayan canlıların tabiatına uygun olarak düzenlendiği bu yeni gezegenin dünya insanlarının uyanışına ve kendilerinin insanlar üzerinde kurduğu egemenliğe isyan etmelerine sebep olacağını düşünen Sovyet ve Amerikalı yöneticiler (çağdaş tanrılar!) bu keşfi dünyaya duyurmak istemezler. Bu gezegenden dünyaya bir ‘zarar’ gelmesini önlemek için de gezegenimizin etrafını manyetik bir çemberle her türlü iletişime kapatırlar. Tam bu noktada, romanın bir diğer olay halkası olan ve bir efsaneye dayandırılan “Mankurt” hikâyesi ile ilişki kurulur. Efsaneye göre bundan binlerce yıl önce yaşayan Juen-Juen adlı bir kavim, ele geçirdiği savaş esirlerinin kafasını ıslak deve derisi ile sarıp güneşte bırakarak beyin faaliyetlerinin yok olmasına sebep olur ve hafızasını kaybeden bu esirleri köle olarak kullanırlarmış. Yazar, bu efsanedeki ilkel kavmin hafızayı yok etme yöntemi ile insanları yönetenlerin onlara hiç sorma gereği duymadan dünyanın etrafını bir çemberle kapatmalarının aslında aynı anlama geldiğini böylece çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Bu anlatım tarzı ile de, çağdaş tanrıları alkışlayan Sabitcan, efsanedeki Mankurtla özdeşleştirilir. Romanın sonunda Sabitcan’dan, işgal edilen kutsal mezarlığın tekrar kendilerine verilmesi için ilgililer nezdinde girişimlerde bulunmasını isteyen Yedigey, ondan “İhtiyar, ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit’in bana vız gelir tırıs gider” cevabını alınca, sözünü ettiğimiz özdeşliği çok net bir biçimde ortaya koyan su sözleri söyler: “Mankurtsun sen! Gerçek bir Mankurt!45

      İşte toplumuna yabancılaşmış, bütün değerlerini kaybetmiş olan bu Mankurt tipi, asıl üzerinde durmak istediğimiz Dişi Kurdun Rüyaları’nda adeta bütün bir cemiyete yayılmış olarak karşımıza çıkar. Bu romanın en önemli kişisi Abdias’ın savaşı, denilebilir ki işte bu Mankurtlarladır.

      Buraya kadar söylediklerimizin amacı, Dişi Kurdun Rüyaları’nda işlenen din temasının, Aytmatov’un önceki bazı romanlarının bir nevi devamı biçiminde ortaya çıktığını göstermekti. Beyaz Gemi ve özellikle de Gün Uzar Yüzyıl Olur’da nüve halinde ve daha çok bazı ayrıntılarda veya müphem ve sembolik ifadelerle karşımıza çıkan bu tema, yazarın Dişi kurdun Rüyaları romanında nasıl ortaya çıkmaktadır? Şimdi de bunu göstermeye çalışacağız.

      Dişi Kurdun Rüyaları üçlü bir mücadelenin üçlü bir olay örgüsü ile hikâye edildiği bir romandır. Eser, bazı aykırı fikirleri yüzünden kiliseden atılan bir gencin düşüncelerini yayma mücadelesi sırasında başına gelenler, bu gencin bilincinden yansıtılan ve onun hayatıyla kurulan ilgi sebebiyle söz konusu edilen Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesi ve dişi kurt Akbar ve ailesinin yaşama mücadelesi üzerine kurulmuştur.

      Kiliseden ayrıldıktan sonra bir gazetede muhabir olarak çalışmaya başlayan Abdias, kendisini tanıtmadan uyuşturucu kaçakçılarının arasına karışarak bu konuyla ilgili bir yazı dizisi hazırlamak ister. Amacı, toplumu içten içe çürüten bu tehlikeye karşı yetkilileri uyarmaktır. Uyuşturucu toplamak için çıktıkları yolculukta, başkalarının piyonu olduklarını gördüğü gençleri yaptıkları işten vazgeçirmeye çalışan Abdias kaçakçılar tarafından dövülerek trenden atılır. Ölümden dönen Abdias çok güç durumda ve para sıkıntısı içerisindeyken mahiyetini tam olarak anlayamadığı bir iş teklifini kabul ederek sayga (antilop) avcıları ile bozkıra gider. Bu avcılar, merkezî yönetimin kendilerinden istediği yıllık et istihsalini koyunlardan elde edemeyeceklerini anlayınca sayga avlayarak açığı kapatmak isteyen mahalli idarecilerin tuttuğu isçilerdir. Bozkırda sürü halinde dolaşan saygaları makineli tüfeklerle öldürmekte, tam bir tabiat katliamı

Скачать книгу


<p>38</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 96-97.

<p>39</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 97.

<p>40</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 134.

<p>41</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 135.

<p>42</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 335-337.

<p>43</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 45-46.

<p>44</p>

Bu teknik Aytmatov’un hemen bütün romanlarında görülür. Gün Uzar Yüzyıl Olur’da efsanedeki ‘Man-kurt’la Kazangap’ın oğlu Sabitcan, yeni bulunan Orman-Göğsü gezegeni ile Dünya; Beyaz Gemi’de “Boynuzlu Geyik Ana” efsanesindeki zengin kişinin oğulları ile Urazkul; Dişi Kurdun Rüyaları’nda Abdias ile Hz. İsa arasında kurulan gizli ilişkiler ağı bu anlatım tekniğinin ilk bakışta göze çarpan örnekleridir. Yazıda söz konusu etmediğimiz Gülsarı romanında da bu anlatım tarzının tipik bir örneği ile karşılaşırız. Bir koyun çiftliğinden sorumlu olan çoban Tanabay, kendisine verilmiş olan her türlü görevi gücünün üzerinde çalışarak karşılamaya çalışırken aslında boğaz tokluğuna bile çalışıyor değildir. Böyle bir zor durumda iken, Tanabay, “Devrim”den önce kardeşiyle birlikte bir “ağa”nın yanında boğaz tokluğuna çalıştıkları yılları hatırlar. Geçen o kadar zamana ve umutlara rağmen aslında Tanabay ve onun gibilerin hayatında bir değişiklik olmadığını yazar böylece çok çarpıcı bir karşılaştırmayla ortaya koyar. Fakat yazar kendi hükmünü açık olarak ifade etmez. Olayları anlatır ve sonuç çıkarmayı aradaki zaman farkını ortadan kaldırmaya muktedir olabilen okuyucuya bırakır.

<p>45</p>

Cengiz Aytmatov, age., s. 341-343.