Скачать книгу

muhterem hocam Ali Akbaş’ın bütün dersleri, her dakikasıyla şiir oluyor. Onunla geçen saatler; hayat felsefesidir, sanat terbiyesidir, destandır, türküdür, Dede Korkut’tur, Yunus’tur, ahenktir, musikidir.

      “Soframız Kuş Sofrası” diyen yüreği engin bir şairin sofrasına buyur edilmek ne güzel. Kıymetli hocam ellerinizden öpüyorum.

      Türk-İslam kültürünün azametini derinden hissetmiş ve onu yaşatmayı ülkü edinmiş bu kurumun ebeden var olması duasıyla…

      PENCEREMDE SONBAHAR

      Oturduğum yerden cadde boyunca uzanan ağaçları görebiliyorum. Sonbahar, sarı-kızıl fırçasıyla çoktan inmiş şehre. Etrafta kehribar, safran, kırmızı cümbüşü var. Fırçanın değmediği ağaç kalmamış. Hazana boyanan bu koca şehir hüzünlü bir veda şarkısı mırıldanıyor şimdi.

      “Ne çabuk!” diyorum yerimden doğrulurken: “Vedalar ne çabuk geliyor; davetsiz, habersiz, ansızın!”

      Hodrionus, son nefesinde kendi kendine şöyle seslenmiş: “Cancağızım, şaşkınım, biriciğim, gövdemin yoldaşı, misafirim: O çorak, soluk, donuk topraklara gidiyorsun şimdi; hınzır şakaların bitti. Az daha bekle, bir daha hiç göremeyeceğimiz bu nesnelere, bu tanıdık kıyılara son bir kez bakalım. Ölüme gözlerimiz açık gitmeyi deneyelim.” Acaba ölüme gözleri kapalı gitmek mümkün müdür ki? Hani çekip elini eteğini evinden, ocağından, vatanından, kalbindeki sızıdan; göğünden, güneşinden? “İşte geldim gidiyorum, şen olasın Halep şehri” deyip yola revan olmak; göz arkada kalmadan? Kaç vedaya nasip olur böylesi, doğrusu bilemiyorum.

      Gözlerimi kapatınca tanıdığım bütün yaşlıların yüzünü görebiliyorum. Ürkek ve kederliler. Gönüllerini bağladıkları her şey üzüyor onları; duvardaki çivi, kulplu bakır sahan, penceredeki camgüzeli, bir inci tespih, ipleri sünmüş yelek… Her şeye son kezmiş gibi bakmaları, ellerinin uzandığı her varlığa uzun uzun hikâye düzmeleri; ölüme mahkûm yüreklerinin son çırpınışı mıdır? “Acem bahçesindeki” hüznün sebebi; yine vakitsiz, her daim vakitsiz gelecek olan vedalar değil midir? Hiçbir zaman hazır olamadığımız vedalar…

      Kitaplığa uzanıp ‘Büyük Saat’i açıyorum. Rastgele bir sayfaya takılıyor gözüm:

      “Ben bir gün giderim ki neyim kalır?/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaz günü kim ister ki öldüğünü/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaşamam bir beyazlık gibi sanki/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır.” Neleri eksik bırakırız ya da yokluğumuzla eksilecek olanlar kimlerdir? Şehit bir yüzbaşının cebinden çıkan fotoğraftaki çocuk mesela? Hayatındaki büyük eksik ne zaman dolabilir?

      Çocukluğundan, gençliğinden, sazından sözünden, canından ciğerinden ayrılıyor insanoğlu. Eksile eksile yaşıyoruz, vedalarla yaşıyoruz. Gelmesi mümkün olan ama hiç ihtimal vermediğimiz vedalarla…

      Zamandan yana hüsranda oluşumuza sebep, geniş zamanlara namzet bir yüreğimizin olması mıdır? O ki daima sonsuzluğun kıyılarında seyreder, akşamın yaklaştığını, güneşin gurupta kaybolacağını akıl edemez. Etse de konduramaz. Bir ağustos böceği misali güneşe şarkılar söylerken bir gün zemheri kışlarda kalacağını hiç düşünmez. Ya da o günün çok uzak bir gün olduğuna karar verir, geniş zamanlarına onu yaklaştırmaz. O yüzden mi vedaların gelişi hep vakitsiz olur? Orda burada bir yığın iş varken… Yürekte nice hayaller uçuşmaktayken…

      Yeniden pencereme dönüyorum. Güz, topluyor yapraklarını… Haşim’ce akıyor hazan şehirden. “Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar/ Dalmış üstündeki kuşlar yâda;/ Bize bir zevk-i tahattur kaldı/ Bu sönen, gölgelenen dünyada.”

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 13.11.2014)

      ZAMANI ANLATMAK

      Gönül diline libas biçmek mümkün müdür? Hangi kelime taşıyabilir onun ağırlığını, hangi fırça resmedebilir ince sızısını? Var mıdır gönlüne düşeni söze döküp de tatmin olmuş olan? Sözler hep eksik, hep kusurlu hep yavan!

      Geçmiş zamanlardan aklımda kalmış bir dörtlük vardır: “ Her şeyde bir duygu söze dizilmez/ Her şeyde bir görüş tasvir edilmez/ Her şey bohça gibi öne serilmez/ Aşktan, imandan, dünyaya kadar!” Bu dizeler bana, hangi kitaptan, hangi şairin kaleminden yadigârdır bilmiyorum ama buradaki düşünceye hâlâ katılıyorum.

      Istıraptan, aşktan, saadetten yana konuşmak; mahrem sırları ifşa gibi gelir bana. Bunu gönle ihanet olarak görürüm. Onlar ait oldukları diyarın hanesinde kalmalı, yangını da orda harlanmalı, külü de orda savrulmalı. Çünkü söze düşse eksilecek. Küsecek. Yitecek. Hususi bir lütufken yağmalanıp pay edilecek. Kalbin perdesini çekmek iyidir, sokağa karşı.

      Ben kelimeleri zengin bir kalem değilim. “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım” diyen şairle hemfikirim. Ondandır yollara vuruşum kendimi, dağa, taşa, hatıralara vuruşum. Sırra ermek içindir bütün gayretim.

      Zamanı kelimelerde aramaktansa konup kaldıkları eşyalarda aramayı tercih ederim. Bütün yaşananlar bir fotoğraf olup renge-şekle bürünmüştür hafızada. Ben hafızalarda ebedileşen anılara inanırım.

      Duvardaki paslı çivi, kelimelerin bilmediği ne çok şey anlatır sahibine. Evini balonlarla taşıyan kahramanın amacı aslında koca bir ömrü, geçmiş bütün zamanını taşımak değil midir?

      Tıpkı gurbet yolcularının, memleketlerinin toprağını avuçlayıp hatıra diye bir küçük kavanozla yanlarına almaları gibi. Onlar aslında orada bıraktıkları zamanlarını, çocukluklarını, gençliklerini götürme çabasında değiller midir? Çünkü zaman ancak eşyada vücut bulmakta, hatıralarda solumaktadır.

      Ömrünü geçirdiği evden ayrılırken, bir çift ihtiyar bakışın, o beyaz badanalı duvarlarda ne gördüğünü, bir kilimin yıpranmış nakışlarından nereye baktığını, sımsıkı tuttuğu el örgüsü bir kazakla o evden hangi gününü alıp götürmek istediğini ondan başka kim bilebilir?

      Bazı yerler orada yaşadığımız en son günle kalırlar hafızamızda. Oraya her gidişimiz o güne dönüş gibi olur. Mesela eski bir mezarlık, ziyaretçileri için tarihi bir vesikayken oraya yakınını bırakan için ise yağmurlu, karlı veya sıcak bir cenaze gününden başka bir şey değildir. O günle donup kalmıştır hafızasında.

      Necip Fazıl, ‘Geçen dakikalarım kim bilir neredesiniz?’ diye dursun ben onların nerde bekleşmekte olduklarını biliyorum. Tutunup kaldıkları eşyaları, koca koca asırlarla yerleştikleri binaları, köprüleri, çeşmeleri, mabetleri… Onlar ki yeniçağlarda eski çağların duruşuyla durur, bambaşka bir havayı solurlar. Duvarlarında, işlemelerinde donan kendi zamanlarının bakışıyla bakarlar. Necip Fazıl’ın “Karaca Ahmet” de ‘Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih’ dizeleriyle orda donup kalan zamanı yakaladığını görüyorum. Ama orda görüp duyduklarının ne kadarını resmedebildi kalemle; o hazinenin ne kadarı dilinde ne kadarı kalbinde kaldı, onu bilemiyorum.

      Yahya Kemal’de “Koca Mustafa Paşa” ya bakarken :’ Türk’ün asude mizacıyla Bizans’ın kaderi/ Karışıp marifet iklimi edinmiş bu yeri’ dizeleriyle orda, yaşadığı çağdan uzak eski bir zamanı yakalamamış mıdır?

      Usta kalemler bile acaba hissettiklerinin ne kadarını ifade edebilmişlerdir? Ya da izahlarıyla, ifadeleriyle mutlu olabilmişler midir? Sonuçta tasviri yapılmak istenen kavram, ‘zaman’ gibi koca bir muammayken… Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” da : ‘Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor’ cümlesinde bahsettiği; lisanın aciz kaldığı duraklar; ‘zaman’

Скачать книгу