Скачать книгу

de onlar gibi, sırtüstü yatarız!” dedi.

      “Yok, niçin… Evet bugün bir buhran var. Bir…”

      Fizikçi:

      “Ben onların buhransız günlerini görmedim ki. Beş yıl Fransa’da kaldım, beş yıl buhran geçirdiler.”

      “Evet, İngiltere gibi değildirler. Söyledim. Onu kendileri de yazıyorlar. Ben Profesör Alenne’in bir kitabını okudum. Bunu bir anayasa meselesi olarak alıyor.”

      Fizikçi:

      “Sen Profesör Alenne’in kendisini tanısan kitabını okumazdın.” dedi.

      “Niçin? Fena mıdır?”

      “Benim sınıf arkadaşımdır. Sadullahın biridir.”

      “Ama yazdıklarını ben çok esaslı buldum.”

      “Hüsnüniyet sahibisin…”

      Gülcü söze karışıp doçente:

      “Bir kere ben sizin söylediklerinizi anlamıyorum.” dedi. “Neden İngiltere’de oluyor da burada olmuyor? Demin beyefendinin anlattıklarını dinlediniz. Bu yalnız orada değil her yerde. Bunu bir demokrasi gelişmesi saymıyor musunuz?”

      “Yok, esas bakımından bir mesele ise de…”

      Anladım söz uzayacak; benim de trenim kaçacak, arkadaşların bu faydalı konuşmalarını çok dinleyemedim. İzin aldım, doğru Haydarpaşa’ya. Biraz daha geç kalsaymışım yataklıyı kaçırıyormuşum. Ancak inanınız ki doyamadım. Adamın günleri boş, durumu da elverişli olmalı da, benim gibi rastgele değil, bir tertip ile bu arkadaşları dinlemeli. Burada konuşmalar o kadar faydalı olmuyor. Orası ne de olsa büyükşehir!

      GURBETTEN DÖNERKEN

      İlkyaz yağmurları yağıyor, ağaçlar henüz çıplak, tatlı bir toprak kokusu duyuluyor.

      Bahçenin yüksek çamları altında, biraz tozlu, biraz yorgun görünen bir otomobil yola hazırlanıyor. Çantaları, yükleri içeriden çıkarıyorlar, otomobilin yanına diziyorlar. Şoför, birtakım ipler çözüyor, çantaları bağlamaya hazırlanıyor.

      “Bak buraya! Bu çanta içeriye konulacak.”

      “Peki, peki…”

      Nedense yüreklerde bir ağırlık var, gönüllerde bir üzüntü duyuluyor. Bir felaket mi var? Bu seyahat istenilmiyor mu? Bu şehirde tatlı hatıralar mı var? Burada sevgililer mi bırakılıyor? Yok, hiçbiri değil… Ancak nedense, gene gönüller mahzundur!

      Dostların hepsi oradadırlar veda edecekler, son nezaketlerini gösterecekler, ağlamak sırası gelmesini bekliyorlar. Bu dostlar kimlerdir? Bir kıymetleri var mı? Bunlar, tesadüf olarak burada toplanmış, birbirini tanımış, zemmetmiş,22 zemmolunmuş adamlar. Ama ne kadar sahte olsalar, sanırım ayrılık onların gönüllerine tesir etmiştir. Manalı, manasız sözler söylüyorlar.

      Yolcular telaşlı, sabırsız, sinirlidirler. Sanki kalplerinde birer taş, boğazlarında birer düğüm vardır.

      Boş kalan odaya bir daha bakılır. Burada ne yaman bir acılık var. Eşyası kaldırılınca sanki haraplaşmış, büyük karyola yerinde yok. Şimdi bu odanın pencereleri, kapıları, duvarları eskimiş kopmuş, yıkılmış. Bu cansız şeyler sanki bir hassasiyet almış, adama ağlamak talim ediyor, ağlamak öğretiyorlar. Boş kalan bu odada bir hayat yaşanmış idi! Burayı bırakmak acı geliyor.

      Yola çıkma saati yaklaşıyor, herkes bir ağızdan konuşuyor, çoğu anlamsız laflar ediyorlar; odalar insana daha dar, daha küçük görünüyor. Kapı önünde bir hizmetçi el öpmeye hazırlanmış, dudaklarında hazin bir tebessüm… Her şeyde gizli bir hüzün var sanki…

      Hazırdırlar. Paltolar arkada, boyunlar sarılmış, çantalar elde ancak otomobil hazır değil, yükler bağlanmamış. Ayakta bekleniyor. Dostlar içinde, gözyaşlarını tutamayan hanımlar var. Bunlar, muhabbetlerinin bu kıymetli incilerini gösterebildiklerine sevinirler.

      Yolcular ayakta geziniyorlar, odalarını bırakmıyorlar.

      “Ne duruyoruz? Otomobilin yanına gidelim.”

      “Gidelim…”

      Artık o yerler bırakıldı, orasını unutmak lazım.

      Biraz da otomobilin yüklenmesi ile uğraşılıyor. Nihayet veda!.. Hanımlarda gözyaşı ama “bırakılan o” odalarda duyulan acılık yok. Hep ayrılış sözleri, çoğu manasız!

      Otomobile biniliyor, etraftan yardımlar, selamlar, şoför yerine oturuyor, makine işliyor, sonra yavaşlıyor, araba kımıldıyor, bahçenin geniş yolunda yürüyor, kapıdan çıkıyor, düdük sesi, dönüyor. Sonra hiç… Bir sessizlik.

      Artık gittiler. Oturdukları yerler boş kalmıştır.

      Buralara dönmek istenilmiyor. Buralarda duvarlar, taşlar, tahtalar canlanmış, dillenmiştir; bir acılık söylerler.

      Otomobil, şehrin sokaklarını geçiyor, yolcular gözlerine ilişen dükkânlara son bir defa bakmak istiyorlar. Hayatta bir daha bu uzak memleket görülmeyecek. Bu yerler, güzel yerler değil, bu şehir sevilmiş bir şehir değil ama olsun. Değil mi ki bir daha görülmeyecek, o dakika için sevimli olur.

      Şehrin kapısında polis onları durduruyor, isimlerini yazıyor, gidebilirler. Kenar mahalleyi geçiyorlar, birkaç dakika sonra da kendilerini kırda buluyorlar.

      Ilık, güneşli bir gün. Temiz kır yeli esiyor, saçları uçuruyor. Kır havası taze yüzleri yakıyor mu? Gözler rüzgârdan nemlenmiş. Boğazlarda hep o düğüm, başlarda hep o hafif ağrı. Acaba arkada bırakılan hayat aranacak mı? Acaba bu arkada kalan bir saadet midir?

      Otomobilin sarsıntısı rahatsızlık veriyor. Güzelce düşünmeye imkân bırakmıyor. Bu yolculuk bir kurtuluş yolculuğudur. Sevgililere kavuşulacaktır. Yolcular bahtiyardırlar ama yolculuk rahatsızlığı bırakmıyor ki tamamen bahtiyar olsunlar, birbirlerine sokulsunlar, bütün rahatlığı ile gülebilsinler. Bundan başka kadının ebedî şüphesi var ki her zamanda, her düşüncenin altında gizli gizli kendini gösteriyor, ona diyor ki: “Bu erkek seni bir yük gibi taşıyor, hayat onun hayatıdır!”

      Otomobilin önünde yollar gittikçe uzuyor, ta ötelerde yol görünüyor, ilkyaz havası esiyor, makine çalışıyor, araba sarsılıyor. Ara sıra birkaç söz konuşuluyor, çok zaman susup boşluklara bakılıyor.

      Nihayet, uzun deniz yolculuğu için vapura binilecek liman şehrine varılıyor. Bilinmeyen sokaklardan geçiliyor, vapurların bulunduğu deniz kıyısına geliniyor. Bir kenarda, binilecek, onları sılaya götürecek vapur bekliyor. Deniz açık mavi mi, koyu mavi mi? Göz alabildiğince uzanıyor.

      Otomobilden eşyalar indiriliyor, hamallar vapura taşıyorlar onları. Sonra vapura biniliyor. Kamarotlar, kamaralarını gösteriyorlar; yerleşiyorlar kamaralarına. Uzun ve yorucu kara ve tren yolculuğundan sonra, bir süre dinleniyorlar kamaralarında. Tam bir zindelik içinde çıkıyorlar kamaradan. Güvertede dolaşılıyor. Bazı kişilerle tanışılıyor. Sonra da salona giriyorlar. Orada da tanıştıklarından bazıları var. Oturuyorlar.

      Başçarkçı ile birlikte çay içiyorlar. Barmen, büfenin yanında, ayakta duruyor. Bir tabak içinde rende talaşı gibi bükülmüş tereyağı parçaları. Kalın çay bardakları, el silmek için ince kâğıtlar, her şeyin üstünde geminin damgası…

      Salon pencerelerinde ölçülü bir tıkırtı var. Açık denize doğru gemi yol vermiş. Hava sakin, güneş batıyor. Trende, bitişik bölmede seyahat etmiş bir karı koca ile iki çocuk, gemide de gene beraber. Çaya geç kalmışlar. Çocuklar dehşetli yaramaz, baba ana ne yapacaklarını

Скачать книгу


<p>22</p>

Zemmetmek: Yermek, kınamak, kötülemek.