ТОП просматриваемых книг сайта:
Kâğıttan Kayıklar. Emin Göncüoğlu
Читать онлайн.Название Kâğıttan Kayıklar
Год выпуска 0
isbn 978-625-6862-80-7
Автор произведения Emin Göncüoğlu
Издательство Elips Kitap
Mutfak penceresinin önünde güvercinler oynaşıp duruyordu. Masanın üstündeki ekmek kırıntılarını avucuna doldurdu. Yavaşça pencereyi açtı. Vereceği bir iki kırıntı için korkutmak istemiyordu bu sevimli hayvanları. Bütün sessizliğine ve dikkatine rağmen, güvercinler korkup önce havalandılar; Muktim’in elindekileri pencerenin kenarına bırakıp hızla geri çekilmesinden sonra tekrar gelip kondular. Ardından ipince gagaları ile küçük ekmek parçalarına vurmaya başladılar. Muktim, bir süre sevgiyle seyretti onları. Küçük bir güvercin olup aralarına karışmak istedi. Çocukken rüyalarında hep kuş olur uçardı. Üstüne üstüne gelen baş edemediği kötülüklerden ancak havalanarak, uçarak, gökyüzüne çekilerek kurtulurdu. Ve oradan da büyük bir neşe içinde üstüne gelenlerin başına tükürürdü. Mutfak tezgâhının üstünde üst üste konmuş birkaç temiz tabak duruyordu. Kız kardeşinin küçük ince parmakları vardı sanki bu temiz tabaklarda. Her hafta sonu gelip dururdu, yanında küçük oğlu ile kapısının önünde. Etrafa çekidüzen verir, ortalığı temizler, tekrar giderdi. Muktim elinden geldiği kadar ona fazla iş çıkarmamaya çalışır, yormak istemezdi. Çoğunlukla kendisi yıkar, kendisi temizler, fakat her şeye rağmen kız kardeşi yapılacak, temizlenecek bir şey bulurdu. Şişenin dibinde kalan suyu da içti, midesindeki bulantı geçsin diye. Ama suyla birlikte bulantı daha da arttı, başı ağırlaştı. Yere düşmüş eski bir gazete parçasına takıldı gözü, eğildi aldı yerden. İçinde sarılı bir şeylerle eve gelen gazete parçalarıyla doluydu buzdolabının üstü. Oradan düşmüştü. Sayfanın tam ortasında büyükçe bir resim göze çarpıyordu, bakılamayacak kadar çirkin bir şeydi. Yatak odasına benziyordu. Etraf pis, yatak darmadağınıktı. Yatağın önünde yerde, üstü örtülü iki ceset duruyordu. Çıplak oldukları, üstlerinin aceleyle kapatılmış olmasından, ayaklarının dize kadar görünen kısmının giyinik olmamasından anlaşılıyordu. Cesetlerdeki kanı canına çekmiş çarşaf, kırmızı lekelerle doluydu. Cesetlerin başında iki polis ve şaşkın birkaç kişi vardı, Büyük ve çirkin resmin altında, saçı sakalı birbirine karışmış, yüzü ölesiye kederli genç birinin resmi duruyordu. Katil olmalıydı. Gazetenin isminin üstünde birinci haber: “Başbakan: Memurumuzu, işçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz, enflasyonun üstünde gelir artışı sağlayacağız.” Daha alt köşede: “… Grevi üçüncü ayında.” “Çatışmada 3 terörist öldürüldü.” Sayfayı çevirdi, gazetenin kendi adına başlattığı reklam kampanyasının resimleri vardı. Bütün bir sayfayı kaplamıştı. Lüks döşenmiş bir dairenin odalarından, banyosundan, mutfağından, balkonundan görüntülerle doluydu tüm sayfa. Renk renk tüm bu görüntülerin üstünde birbirine sarılmış mutlu genç bir kadınla bir erkek, pırıl pırıl gözleriyle okuyucuya sesleniyorlardı: “Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir, fırsatı kaçırmayın.”
Muktim’in başı dönüyordu; yazılar, resimler bir bir sayfadan aşağıya dökülmeye başladılar. Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane şahane talihli sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane cesetler cesetler cesetler sizin olabilir sizin sizin… Midesi, kabaran dalgalar gibi üstüne üstüne geliyordu. Zor zapt ediyordu gövdesindeki fırtınayı. Resimdeki cesetlerden akan kanlar gazetenin her yanını sarmıştı. Evler, odalar, her şey bu kan gölünün içinde eriyip gitmişti. Elinden atmak istedi kanlı kâğıt parçasını. Olmadı, yapışmıştı eline. Diğer eliyle çekti aldı, parçaladı avucunun içinde yok etmek istediği kanlı kâğıt parçasını. Fakat yok olmuyordu, sadece şekil değiştirmişti. Son bir gayretle yuvarlak bir top hâline getirdiği parçayı içindekilerle birlikte çöp kovasına savurdu. Mutfaktan hızla çıktı. Tuvalete girdi. Cesetlerden akan kanlar eline bulaşmış gibiydi.
Bol suyla yıkadı ellerini, sonra da yüzünü. Göz göze geldiği tuvalet aynasının içinde boğulur gibi hissetti kendisini, tekrar yüzüne baktı. Aynanın içinde dönüp duran bir baş gördü, hareketli çekilmiş resimlerdeki gibi bulanık ve hızlı. Sımsıkı kapadı gözlerini, düşmemek için lavabonun kenarına tutundu. Musluğu yakaladı diğer eliyle. Dizleri titriyordu. Uzunca bekledi öylece. Sonra avucunu çukurlaştırarak su doldurdu, yüzüne çarptı çarptı. Birden midesi yerinden fırladı. Ağız dolusunca acı bir su boşaldı lavaboya. İnce vücudu tekrar kasıldı. Midesi yerinden sökülüyor gibiydi. Kan beynine saldırmış, yüzü mosmor olmuştu. Ağzındaki acılığı tükürdü önüne. Yüzüne tekrar su çarptı. Midesinin içinde şimşekler çakıyordu ardı ardına. Gözlerini açtı yavaşça, beyazı kanlanmıştı. Yüzü şişti ve şimdi daha yaşlı ve çökmüş gibi görünüyordu. Musluğu kapattı. Tam kapanmadı. Küçük damlalar düşüyordu tıp tıp tıp diye lavabonun içine. Titrek adımlarla döndü odasına, ışığı açık unutmuştu. Yüzünden süzülen sular damlalar hâlinde ayaklarının dibine düşüyordu. Ayakta duramıyordu. Çöktü yatağının kenarına, alnı ateş gibi yanıyordu. Masanın kenarında duran kurdele çiçeğine baktı. Yemyeşil ve incecik yapraklarını üstünde durduğu masadan aşağı bırakmıştı. Zorla kalktı yerinden, çiçeğin yanına gitti. Kendinden başka evde yaşayan ikinci canlıydı o. Parmağı ile toprağını kontrol etti, kupkuruydu. Su istiyordu çatlamış toprağıyla. Dikkatli bakınca yapraklarının yeşil renginin uçtuğunu gördü. Mutfağa gitti, bir bardak suyla geri döndü. Çatlamış toprağın üstüne döktü. Açık ve silik rengi, koyu kahveye döndü. Birden çatlaklar da kayboldu. Tozlanmış yapraklarını sildi, tek tek.
Açık duran pencerenin önündeki beyaz tül perde rüzgârın yumuşak itişleriyle oynayıp duruyordu. Muktim de gelip durdu rüzgârın önünde. Rüzgâr, serin nefesi ile yüzünü, gözünü, vücudunun her yanını okşuyordu. Masanın üstündeki saksıdan hoş bir toprak kokusu yayılıyordu etrafa. Havayla birlikte bu hoş kokuyu da çekti ciğerlerine. Gözleri, apartmanların arka yüzlerinin çevirdiği boşluktaydı. Penceresinde her sabah karşılaştığı manzaraydı bu. Sokaktan sesler geliyordu. Gelen bu sesler odanın sessizliğine karışıp kayboluyordu. Yaşlı bir satıcı bağırıyordu. Yaşlı olduğunu, sesinden anlıyordu. Yüzler, gözler gibi sesler de eskiyip yaşlanıyordu. Sesiyle ulaşıyordu satıcı, genç adama:
“Demir alıyoruuuum, bakır alıyoruuuum, alüminyuuum alıyorum.”
Şehirde yeni günün hazırlıkları çoktan yapılmıştı bile. Yaşlı satıcı da güne hazırdı. Sabaha rağmen, yorgun sesiyle müşteriyle beraber kaybolan yıllarını da arar gibiydi. Hızla geçen bir arabanın gürültüsü, yaşlı sesi bastırdı birden. Sonra tekrar sessizlik ve gittikçe solgunlaşan yaşlı satıcının sesi. İnsan gözünün derinliklerinde kaybolduğu uçuk mavilikte kuşlar aşağıda gün ve gece yorgunu insanları kıskandırırcasına süzülüp süzülüp duruyorlardı. Sınırsız mekânlarının, doyumsuz özgürlüklerinin baygınlığı içinde hâllerinden memnun kanat vurup uçuyorlardı. Ya sınırsız uçuk maviliğin altında insanlar neden bu kadar bitkin ve umarsızdılar? Ne istiyorlardı günden, geceden, akıp giden zamandan? Sınırsızlığı ile insan gözünü doyuran boşluğun altındaki bu küçük şehir, ne kadar çelimsiz, eski püskü, takır tukur dar sokakları, içe burukluk veren yüzü ile zavallı ise, içinde yaşayan insanlar da öyleydi. İnce uzun bir cadde ve bu caddeye açılan dar sokaklar, üstünde sessizce yürüyen kadın ve erkekleri gün boyu oradan oraya ulaştırırdı. Gün boyu bu dar ve çelimsiz yolların birbirine bağladığı evlere dert ve keder taşınırdı. Kadınlar çoğunlukla evde, erkekler dışarıda tüketirlerdi