Скачать книгу

anana babana, öz kardeşine bile sezdirmek tehlikelidir. Sana ruhça en yakın olanı karın değil mi, paran için seni öldürmeye kalkmasa bile hemen birçok masraf kapısı açar. İşte görülüyor ki bütün insanlar en yakın hısım akraba arasında bile birbirine karşı birtakım katakulli ile yaşıyorlar. Bolşevikler, insanlar arasından bütün bu hile ve hurdaları kaldırıp açık ve dümdüz yaşamak istiyorlarmış. Artık zengin, fakir, aç, tok olmayacakmış. Zenginlere mahsus olan güzel karılar bizim gibi yiğitlere taksim edilecekmiş…”

      Muhsin, iki avucunu birbiri üzerine şiddetle şaklattıktan sonra hızlı hızlı ovuşturarak: “Oh ne âlâ be… Ben Bolşevik oldum gitti…”

      Veysi: “İnanma arkadaş be inanma… Geçen günü Bedestenli’nin oğlu yok mu İsmail Fahri, Darülfünun’a gider, o çocuk çok okumuştur. Frenk gazetelerini de fan fin fan fin, vallahi gâvur gibi söküyor. İşte o, kahvede anlatıyordu. Bolşeviklerin attıkları hep kantin imiş. Dünyada hep zenginlerin köküne kibrit suyu ekmişler, paralı adam kalmamış, herkes fakir düşmüş. Aç, tok olmayacakmış, çünkü herkes aç kalmış. Yüksek fiyatlı sefahat, süs eşyası alınıp satılmayacakmış, bu da doğru. Zira kiliselere varıncaya kadar nerede altın, gümüş, mücevher varsa yağma etmişler. Güzel karılara gelince, ortada para olmayınca canları kimden hoşlanırsa kendilerini ona sevdirirler. Yine o çocuk, İsmail Fahri, dedi ki ‘Her memlekette dünyanın düzeni bozuldu, artık hiçbir usul ve idare eskisi gibi süremez. Şimdi okumuş akıllı adamlar buna bir çare arıyorlar.’ ”

      Muhsin: “Oh canım, okumuş akıllı adamlar bu işe bir çare buluncaya kadar cahil akılsız adamlar hep açlıktan mortoyu çekecekler.18 Tabii, senin benim gibi ne kadar akılsız, parasız, ipsiz kopuk varsa bu morto defterinde kayıtlı fedai sayılır. Maşuk’un söylediklerinden çoğu doğrudur. Akıllarımızı başlarımıza toplayalım, zekâca kendimizden bir gömlek aşağısını vurmalıyız.”

      Vaktin pratik felsefesine uydurmak için kendi kendilerine ahkâm çıkaran bu üç serseri, Agavni’nin elinden attıkları bozuk şarabın neşesiyle kâh öpüşerek kâh yumruklaşarak kol kola yürüyorlardı. Çarşıiçi’nden Mahmut Paşa Caddesi’ne karşı duran Yeşildirek Muhallebicisi’nin karşı köşesindeki kebapçıyı geçer geçmez Maşuk dedi ki:

      “Bakınız, bakınız… Hımhım Osman, Moloz Agâh, Patlıcan Ahmet, Boğmak Reşide, Şehla Safinaz, alayıyla hepsi orada… Galiba birbirlerini tavlıyorlar.”

      4

      Tavcıları alargadan19 seyretmek için üçü de sokağın biraz ötesinde, karşı tarafta ayrı ayrı yerlerde durdular.

      Tavcılar, kadın erkek baş başa mühim bir müzakerede bulunduktan sonra ağır ağır her biri bir tarafa dağıldı.

      Boğmaklı Reşide kırk sekizlik, ellilik, yuvarlak vücutlu, tümsek burunlu, siyah, iri, çukur, kartal gözlü, çıkık, geniş alınlı bir kadın… Dişi ağrıyor gibi koyu neftî çarşafının altından yumru çenesini bağlamış, ayağında ağır mest kunduralar, elinde kırmızı bir çıkın ve yorgun, bitik, matemli bir tavır ile kapalı dükkânlardan birinin peykesi üzerine oturur. Bön, saf, acemi, korkak bakışlarla etrafına ağır ağır göz gezdirir.

      Bütün hareketlerinde üç ayları tutan, türbeden türbeye, camiden camiye, mevlitten mevlide dolaşan, dünya işlerine alışık olmayan pek beceriksiz bir hacı kadın hâli var. İkide birde bakmak için koynundan iri gümüş saatini çıkarırken hırkasının üzerine bağladığı kuşağına asılı kocaman taneli tespihini gösterir. Herkese açılmaz ehemmiyetli bir işi, sanki içini yiyip bitiren acıklı bir derdi olduğunu anlatıp duyurmak ister gibi gelip geçenlere melul melul bakınır. Saflığına acındırır. Koruma dilenir gibi ezilmeler, büzülmeler yapar.

      Sonunda Yağlıkçılar’dan doğru inen geniş yoldan çakşır20 üzerine uzun paltolu, göğsü kat kat gümüş köstekli, tablalı fesinin kenarına unnabi21 yemeni sarılı, orta yaşlı babayani bir adam gözükür. Ya koyun celebi22 yahut Karadeniz’den ufak yelkenlilerle kömür, odun ve bunlar gibi şeylerin ticaretini yapan, malını sattıktan sonra memleketine dönen toptancı bir tacir… İstanbul’un akıl ve hayale gelmez dolandırıcılık şeytanlıklarından bütün habersiz bir adam…

      Boğmaklı Reşide avını ilk bakışta tanıyarak hemen yapmacık sesinin bütün yumuşaklığıyla: “Baksanıza efendi birader, ta Mevlanakapı’dan geliyorum, ihtiyar bir kadınım amma, yol bilmem, alım satımdan anlamam. Bir felakettir başıma geldi. Damadım şehit oldu, kızım iki çocukla kaldı. Üçüncüsünü doğururken o da kocasının şehitlik rütbesine erdi. Onu benden ziyade seviyormuş, yanına gitti. Bir iki malım var ama eserip beseremiyorum. Bön bir kadıncağızım, bir şeyciğe aklım ermez. Kızımdan bir broş kaldı, ben bundan sonra elması ne yapacağım? Gözüm görmek istemiyor, fena oluyorum. Ah, evlat acısını Allah kimselere vermesin. Düğünde seyranda merhume yavrum takardı. Benim için pek kıymetli bir yadigâr ama çocuklara ekmek lazım. Satmaya getirdim. Ah efendi kardeşim ben daha böyle neler sattım, iki gözüm Müslüman adam, ayıp değil ya, gözü kapalı büyüdüm. Anlamıyorum, malları elimden kapatı kapatıveriyorlar. Dünya düzenbazlarla dolu… Şimdiki kâğıt paraların kıymetlerini bile seçemiyorum. İki buçuk liralığı var, beşliği var, onluğu var, yirmi beşliği var, var oğlu var. Ah, efendiciğim senden çok rica ederim, şunu satarken beni gözetiver. Hak yanında iyiliğin zayi olmaz. Allah sana Kâbe sevabı verir.”

      Boğmaklı Reşide rolünü emsalsiz oynayan büyük bir sanatkâr ustalığıyla gerekli hâllere girerek canlandıra canlandıra bu çenebazlığı ederken yavaş yavaş elindeki çıkını çözer, içinden bir mahfaza çıkarır. Kapağını açınca koyu lacivert kadife zemin üzerinde ufak kıtada23 bir broş parıldar. Çarşının loşluğu içinde pırıl pırıl tacirin gözünü alır. Saf adamcağızın gönlünde hemen, gelinlik kızına böyle kıymetli bir hediye götürmek isteği uyanır. Fakat bu iştahını kadına pek belli etmemek kurnazlığına kalkışarak birkaç defa yutkunur, bir şey söylemez. Fakat Boğmaklı Reşide herifin gözünün elması tuttuğunu hemen anlar, mahfazayı biraz geri çekip uzaktan ışıldatarak:

      “Bak efendi bak, mal kendini gösteriyor. (Birkaç defa geniş geniş geğirerek) Ööö… Merakım kalktı, bu elmas yavrucağımın başında da böyle par par parıldardı. Son defa Ferit Paşa’nın düğününde taktıydı. Ah ah… Bu ölümün ettiğini kimse etmiyor. Yalancı dünya bir varmış bir yokmuş… Ah ah… Kızımı görmüş gibi oldum. İçimi bir ateş sardı. Ben böyle değerli bir yadigârı hiç satar mıyım; ama ne yaparsın, bu yoksulluğu görüyor musun? Kör boğaz her gün yiyecek ister… Bu zamanda satan hep aldanıyor, alan kâr ediyor. Bari şu broş bir helalzadeye düşeydi.”

      Reşide broşu karşıdan ışıldata ışıldata böyle binbir yalanın belini bükerek sonunda tüccarı efsunlar. Adamcağız sorar:

      “Hanım, bu elmasa ne istiyorsun?”

      “Bilir miyim yavrum ben? Benim aklım erer mi? Kim bilir vaktiyle kaç kese akçeye alındı. Söylerlerdi. Bu taşların arasında birkaç tane pek temiz pırlanta varmış, onları söküp ayrıca satsan bilmem kaç yüz lira edermiş…”

      Tüccar, Reşide’nin elinden mahfazayı alır, dikkatle muayeneye uğraşır. Hemen adamın omuz başından biri kadın, öteki erkek iki kafa uzanır. Şehla Safinaz ile Moloz Agâh…

      Parmaklarında yüzükler, elinde çanta,

Скачать книгу


<p>18</p>

Mortoyu çekmek: Ölmek. (e.n.)

<p>19</p>

Alarga: Açıktan, uzaktan. (e.n.)

<p>20</p>

Çakşır: Paça bölümü diz üstünde veya diz altında kalan bir tür erkek şalvarı. (e.n.)

<p>21</p>

Unnabi: Hünnap renginde, üzüm renginde olan. (e.n.)

<p>22</p>

Celep: Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse. (e.n.)

<p>23</p>

Kıta: Parça, adet. (e.n.)