Скачать книгу

Bu izdivacı cümlemiz münasip bulduk. Ancak sizin sınıf arkadaşınız olduğunu akşam Saffet söylüyordu. Kati kararımızı sizden alacağımız izahattan sonraya bıraktık. Demek ki siz de münasip görüyorsunuz! Hatırıma bir şey de geliyor. Bilmem muvafık bulur musunuz? Her iki nikâhı bir arada akdetmiş olsak, bendenizce daha şerefli olurdu…”

      Artık bundan sonrasını hatırlayamıyorum. Demek son ümit de işte şu dakikada mahvoluyordu. Hele “Cümlemiz münasip bulduk.” kelimeleri nazarımda büyüdü; o derece büyüdü ki gözlerimin önünde ufuksuz keder âlemleri, hudutsuz endişe dünyaları açıldı. Başım döndü, döndü. Gözlerim karardı, karardı. O karartı arasında görüyordum: Meliha gelinlik beyaz saten elbisesiyle İbrahim Şemsi’nin koluna girmiş gidiyor; İbrahim Şemsi bütün ümitlerimi, bütün emellerimi, of; bütün saadetlerimi, bütün hayatımı almış götürüyordu. Arkalarından koşmak, onlara yetişmek için yerimden fırlamışım. Sonralarını artık hatırlayamıyorum. Bizim köşkün kapısından girerken gözlerimin karardığını, midemin dehşetli bir surette bulandığını hissettim. Odama kadar çıkabilmeye güçlükle muvaffak oldum. Orada bir ölü gibi halıların üzerine düşüp uzanmışım.

      Yere birdenbire düşmemden hasıl olan şiddetli gürültü üzerine koşup geldiler. Bende asabi buhran başlamıştı. Sinirlerim zapt edilemeyecek bir surette titriyor, boğazımın damarları geriliyor, gözlerim kararıyordu:

      “Ben ölüyorum!” diye bağırmış ve bayılmışım. Ayıldığım zaman bütün aile efradının odada bulunduğunu ve kederli gözlerinin benim üzerime dikilmiş olduğunu gördüm. Onlarda gördüğüm bu çok elemli hâlden vaziyetimin fena olduğunu anladım.

      Hekim henüz gelmemişti. Sinir buhranı yine şiddetle devam ediyordu. Kolonyayla kollarımı, ayaklarımı ovuyorlardı.

      Yine o âlem gözlerimin önüne geldi: Beyaz saten gelinlik elbisesiyle Meliha’yı görüyordum. “Cümlesi münasip bulmuş.” Öyle mi? Demek Meliha da münasip görmüş. O da kalbimin en son ümidini mahvetmeye yürümüş, gidiyor, öyle mi, onu takip etmeli değil mi? Yerimden kımıldamak istedim; beş altı kol beni zapt etmeye çalışıyordu ve sinirlerim kuvvetli bir elektrik cereyanına tutulmuş gibi dehşetle, şiddetle titriyordu. O gelinlik beyaz elbisesiyle Meliha hayalimden kayboluyor, gözlerim kararıyor, bir karanlık, derin bir karanlık arasından onların; Meliha ile İbrahim Şemsi’nin kol kola gittiklerini görüyordum. Yerimden kalkmak istedim, muvaffak olamadım:

      “Ölüyorum!” diye haykırdığımı biliyorum. Gözlerimi kapadım, hâlsiz, kudretsiz, kuvvetsiz, düşüp bayıldım. O baygınlık içinde etrafımda mevcut olanların ağlamakta olduklarını işitiyordum, sahi ölüyor muydum? Yoksa ben ölmeye mahkûm muydum?”

***

      Necdet Feridun burada durdu. Devam etmek için kendisinde kuvvet kalmamıştı. Rum hizmetçi kızın getirdiği kahve çoktan soğumuştu. Şu sergüzeştin her ikimizin üzerinde hasıl eylediği tesir bize kahveleri içmeyi çoktan unutturmuştu. Necdet kahveleri tekrar ısmarladı. Bir puro yaktıktan sonra koltuğa gömüldü.

      Yavaşça ve tereddütle diyordu ki:

      “Zannederim, sinir buhranı yine başlayacak, alametler görünüyor, işte görüyor musun, boğazımın damarlarını görüyor musun? Nasıl geriliyor, sertleşiyor. Bu, sinir tutacağına delalettir. İşte, işte, ellerimde titriyor. Yatak odamdan kolonya şişesini alır mısın?”

      Ben ne yapacağımı şaşırmıştım. Yatak odasından kolonya şişesini hemen aldım, geldim. Kendisinin tarifi üzerine bileklerini, boğazını kolonya ile ovmaya başladım.

      Sinir buhranı biraz geçer gibi oldu. Fakat biçare Necdet’e öyle bir yorgunluk, çok yorulmuşlarda görülen öyle bir gevşeklik gelmişti ki… Daha ziyade rahatsız etmemek için kendisinden müsaade istedim. Bana özür dileyerek diyordu ki:

      “Beni mazur gör! Bu hâl elde değil. Bugün sergüzeştimi tamamlamak istiyordum. Çünkü ikinci bir defa bu azaba düçar olmanı istemezdim. Bitiremedim. Artık diğer bir güne… Olmaz mı kardeşim?”

      “Evet, ben de gitmek için müsaadeni rica edeceğim. Bugün öğleden evvel idarehanede bulunmak lazım. Diğer bir gün; olmaz mı?”

      “Seni teşyi edemeyeceğim, beni mazur gör!”

      Rum hizmetçi kız beni dışarıya çıkardı. Düşünmeye dalmıştım. Neler düşünüyordum! Kapıdan çıkmak üzere iken:

      “Vay ne güzel tesadüf; Necdet Bey’i görmeye mi gelmiştiniz? Beyefendi, nasıl?”

      Baktım; İbrahim Şemsi Bey… Necdet kadar sevdiğim, altı senelik mektep hayatının çok kıymetli bir arkadaşı İbrahim Şemsi… Elini elime aldım. Samimiyetle sıktım:

      “Saadetini tebrik ederim.” diyordum. “Necdet bana hepsini hikâye etti.”

      Bu cümleyi söz bulabilmek için söylemiştim. Necdet bana o hazin macerayı söylerken anlamıştım ki İbrahim Şemsi’nin saadeti; zavallı Necdet’in felaketini mucip olmuş, işte onu böyle harap, perişan etmiş, bitirmişti. Fakat İbrahim Şemsi’nin ne günahı vardı?

      “Teşekkür ederim.” dedi. “Tebrikiniz pek geç, fakat samimiyeti itibarıyla çok kıymetli… Ancak o saadeti, o bahtiyarlığı ben Necdet Feridun’a borçluyum. Zavallı çocuk; bilsen azizim ne kadar üzülüyorum! Şu merak, bu garip hastalık kendisini günden güne bitiriyor. Bütün aile, hepimiz üzerine titriyoruz. Şu meraktan kurtarabilmek için ne gibi vasıtalara başvurduğumuzu bilsen, gülmekten bayılırsın! Geçenlerde bir kitapta okumuştum. Keman sesi sinir buhranını yatıştırmak için çok tesirli imiş, refikam şimdi her sabah o uykudan uyanmadan kemanını çalmaya başlıyor. O tatlı nağmelerle kendisini uykudan uyandırıyor. Ne dersin? Bu tecrübede fevkalade muvaffak olduğumuzu söyleyecek olsam inanır mısınız? Evet; sizi temin ederim, Necdet o ses ile uyandığı günler hiç ıstırap çekmiyor. Buhran eseri görmüyor. Sizi yolunuzdan alıkoydum ama affedersiniz, değil mi?”

      Hayretim dakikadan dakikaya artıyordu. Cevap vermiş olmak için dedim ki:

      “Biraz evvel, yine rahatsızlığı tutmuştu.”

      “Bunda mutlak bir sebep olmalı!”

      “Hayır! Hiçbir şey… Hiçbir sebep yok… Biraz hazımsızlık… İşte o kadar… Bundan böyle görüşürüz, değil mi?”

      Artık cevap vermeye bile lüzum görmedim; kendisini hürmetle selamlayarak köşkten dışarıya çıktım, istasyona doğru âdeta koşmaya başladım. Yolda ne düşündüğümü, ne garip mütalaalarda bulunduğumu tasvir etmek kabil olamaz. Ben Necdet’in bulunduğu mevkii düşünüyordum. Felaketine acıyordum. Zavallı Necdet; zavallı çocuk.

***

      O günlerde idare işleri o kadar artmıştı ki vakit bulup da Necdet Feridun’a bir daha gidemedim. Sergüzeştinin neticesini, bunun ne kadar hazin olduğunu anlıyordum. Cesaretim kırılmıştı. İkinci defa yine gitmek, onu görmek için kendimde bir türlü kuvvet bulamıyordum. On beş gün kadar geçmişti sanırım. Göztepe’nin o sıcak havası, ara sıra esen o ılık rüzgârı bana bazen gece uykusunu kaybettirirdi. O zaman Necdet Feridun’un hâli gözlerimin önüne gelirdi: Şiddetli bir aşk, gizli bir aşk, anlatılamayan bir hazin sevda… Yalnız bir gönülde kalan, yalnız bir gönlü harap eden, bitiren çok kuvvetli bir sevgi… Sevilenin, sevildiğinden bile haberi yok belki… Sabahları beyaz gecelik elbisesiyle saçları perişan bir hâlde Vagner’in, Mozart’ın en yanık, en hazin nağmelerini hafif hafif esen rüzgârlara serperken seven uyanıyor ve çok müessir feryatlar içinde gözlerini açtığı zaman sevdiği karşısında, gül yanaklarına çok yaraşan tatlı, hafif bir gülüşle gülüyor. Ne saadet değil mi? Hayır;

      saadet değil, bedbahtlık… Çünkü bir

Скачать книгу