ТОП просматриваемых книг сайта:
Kayıp kıta: atlantis efsanesi. C. J. Cutcliffe Hyne
Читать онлайн.Название Kayıp kıta: atlantis efsanesi
Год выпуска 0
isbn 978-625-8068-00-9
Автор произведения C. J. Cutcliffe Hyne
Издательство Maya Kitap
Daha ilk bakışta bu mağaranın diğerlerine göre farklı bir yapıya sahip olduğunu görebiliyordum. Diğerleri genellikle kabaca oyulmuş ve gelişigüzel yuvarlatılmışlardı; bunun ise her açısı yontucu aletlerle düzeltilerek düzgünce belirlenmiş, yanları dümdüz ve pürüzsüzdü. Çatının altına doğru eğimli duvarları, bana daha önce gördüğüm bir mimari tarzını hatırlatsa da nerede olduğunu çıkaramadım ve dahası, burada geçitlerle birbirine bağlanmış birçok oda vardı. Coppinger’ın keşfetmemi istediği diğer mağara ağızlarının sadece buradaki diğer odalardan ikisine ait olan pencere ya da kapı girişleri olduğunu görünce çok sevindim.
Etrafa iyice baktım; ama duvarlarda herhangi bir yazı ya da işaret izi yoktu ve yarasalar dışında içerisi tamamen boştu. Bir sigara yakıp içtim -birisi işini çok çabuk yaptığında Coppinger her zaman onun bu işi üstünkörü yaptığını düşünürdü- sonra ipin olduğu girişe gittim ve dışarı doğru eğilip bağırarak ona haberi verdim.
Yüzünde oldukça endişeli bir ifade belirdi. “İyice araştırdın mı?” diye bağırdı yukarı.
“Elbette araştırdım. Bu kadar zaman burada ne yaptığımı sanıyorsun?”
“Dur, henüz aşağı inme. Bir dakika bekle. Bak, sadece bir dakika bekle diyorum, ihtiyar. İpin ucuna hemen Kodak ve flaş aparatlarını bağlıyorum. Onları yukarı çek ve bana sadece yarım düzine resim al, aferin benim dostuma.”
“Eh, tamam,” dedim ve her şeyi yukarı çekip içeri aldım. Fotoğraflar kesinlikle sıkıcı ve yavan olacaktı. Varsın olsun, Coppinger için bu önemli değildi. Onları bu şekilde görüntülemeyi tercih ederdi. Karanlık iç mekânların fotoğrafını çekerken oluşan bulanıklığa dikkat etmek gerekirdi; ama burada her kapı girişinin yanında bir tür oturma yeri gibi bir çıkıntı vardı, ben de kamerayı sabit duracak şekilde bunun üzerine yerleştirdim ve arkasına geçip flaşa bastım.
Bu şekilde dört odanın resimlerini çektikten sonra girişteki çıkıntının daha yüksek ve geniş olduğu bir odaya geldim. Kamerayı çıkıntıya koydum ve altına taş parçaları sıkıştırarak dengeye getirdikten sonra flaş lambasını şarj etmek için ben de oraya oturdum. Fakat ağırlığımın çıkıntıya binmesiyle birlikte keskin bir çatırtı oldu ve ben on beş santim kadar aşağıya indim.
Tabii ki hemen ayağa kalktım ve kayıp yere düşmeden önce Kodak’ı yakaladım. İtiraf edeyim ki bu beni çok sevindirdi. Burası her halükârda bir tür gizli Guanche dolabıydı ve bu kadar zahmete girerek onu çimentoyla hava geçirmez bir hale getirdiklerine göre, içinde saklanmaya değer bir şey olma ihtimali vardı. İlk başta toz ve döküntüler dışında görülebilecek bir şey yoktu, bu yüzden bir mum yaktım ve bunları temizledim. Fakat o anda, temizlemeye çalıştığım şeyin çimento olmadığını anladım. Düzenli katmanlar halinde parçalandı ve gün ışığına çıkarıp baktığımda, her katmanın iki taraflı olduğunu gördüm. Bir yüzünde talk3 pudrasına benzeyen parlak bir toz vardı ve bunun üzerine balmumu olması muhtemel, koyu karamel renkli bir malzeme sürülmüştü. Bu karamel renkli yüzeyin üstüne birtakım şekiller çizilmişti.
Şimdi bu konularla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olduğumu ileri süremem ve bu nedenle Coppinger’ın bana Guanche’lerin âdetleri ve kazanımları hakkında söylediklerini aşağı yukarı doğru olarak kabul ediyorum. Örneğin, bana defalarca bu eski insanların yazı yazmayı bilmediklerini söyleyerek beni bu fikre alıştırmıştı ve ben de aklımdaki bu bilgiyle balmumunun üzerine çizilmiş olan şekillerin eski bir yazıya ait, eski karakterli harfler olduğunu tahmin etmedim, oysa belki de bana kalsa böyle bir tahminde bulunabilirdim. Ancak yine de bunların yağmalanmaya değer olduğu sonucuna da vardım, bu yüzden çizmemin topuğu ve bir çakının yardımıyla bunları yerlerinden söküp çıkarmak için işe koyuldum.
Sayfaların hepsi hemen hemen birbirine yapışmış haldeydi ve bu yüzden onları ayırmak için daha fazla uğraşmadım. İçine konuldukları oyuğa hiç boşluk bırakmayacak şekilde sığdırılmışlardı; ama ben ön tarafı çökerterek onların altına girebildim ve balyayı sağlam tek bir parça halinde çıkarana kadar bıçakla alt katmanları kazıyarak boşalttım. Boyutları tahminen elli santime kırk santim ve yüksekliği kırk santim gibiydi, ama göründüğü kadar ağır değildi ve kalan fotoğrafları çekip bitirdikten sonra onları ipin ucuna bağlayarak Coppinger’a indirdim.
Mağaralarda yapacak daha fazla bir şey yoktu, bu yüzden ben de aşağı indim. Balya halindeki sayfalar yerdeydi ve Coppinger, elleri ile dizlerinin üzerine çökmüş halde onlara bakıyordu. Heyecandan neredeyse delirmiş gibiydi.
“Nedir bu?” diye sordum.
“Henüz bilmiyorum. Ama bu Kanarya Adaları’nda şimdiye kadar yapılmış en değerli keşif, en azından ondan geriye kalanlar ve bunu sen yaptın, seni kıymet bilmez sefil. Ah ulan ah, sen muhtemelen paha biçilmez bir tarihin başlangıcını ve sonunu darmadağın ettin. Ama bu benim kendi suçum. Önemli bir keşif çalışmasına tecrübesiz bir adam getirmemem gerektiğini daha en başından bilmeliydim.”
“Eğer bir şeyler ters gitseydi bunun senin suçun olduğunu söylerdim. Bana bu tarih öncesi Kanaryalıların yazı diye bir şey bilmediğini söyledin, ben de senin sözüne inandım. Bana kalsaydı bunların yiyecek bir şeyler olduğunu düşünürdüm.”
“Bu kesinlikle Guanche’lere ait bir iş değil,” dedi Coppinger, sinirli bir biçimde. “Bunu talk gördüğünde anlamalıydın. Tanrı aşkına be adam, sende hiç göz yok mu? Adanın genel yapısını görmedin mi? Burada talk olmadığını bilmiyor musun?”
“Ben jeolog değilim. Bu yabancı bir yazı mı oluyor o zaman?”
“Elbette. Bu Mısır yazısı, bir bakışta anlaşılıyor. Ama buraya nasıl geldiğine dair henüz bir şey söyleyemem. Gazete gibi okunabilecek bir şey değil bu. Yazının karakteri, şimdiye kadar keşfedilenlerin bir varyantı. Talkın üstüne sürülmüş olan balmumuna benzer maddeye gelince, bu görülmemiş bir şey. Bir tür mineral, sanırım, belki de zift. Hayvansal balmumu gibi eşelenmiyor. Bunu daha sonra tahlil edeceğim. Bir zamanlar bunu icat edip sonra böyle harika bir uygulamayı kullanımdan kaldırmış olmaları çok şaşırtıcı. Ben buna bütün gün hiç doymadan zevkle bakabilirim.”
“Ama,” dedim, “eğer senin için bir şey değişmezse ben bir yemeğe zevkle bakmayı tercih ederim. Demir attığımız yere gitmek için en az on altı kilometre yolumuz var ve ben şimdiden kurt gibi acıktım. Saatin dört olduğunun farkında mısın? Bu mağaraların her birine girmek için yukarıdan aşağı sarkmak ve ardından bir sonraki için tekrar yukarı tırmanmak düşündüğümüzden daha uzun sürüyor.”
Coppinger, ceketini yere sererek tomar halindeki sayfaları çok hassas bir şekilde sarsa da kenarlarının daha fazla kırılmasından endişe ederek bir iple bağlamadı. Ayrıca onu kendisi taşımak için ısrar etti ve Santa Brigida’ya giden yolun büyük bir bölümünde öyle yaptı, ancak yorgunluktan neredeyse yere yığılacak duruma geldiği zaman lütfedip benim onları taşımama izin verdi. Bu konuda da oldukça kabaydı. “Bunları sen de taşısan olur sanırım,” diye terslendi, “ne de olsa onları sen buldun.”
Demir attığımız yere vardığımızda, bana göre orada bulunabilecek en iyi yemeği yedim
3
Genellikle açık yeşil renkte, toz durumundayken beyaz ve yağlı görünüşlü, hidratlı doğal magnezyum silikat. (ç.n.)