Аннотация

Yirmi üç numaralı otobüste, elmacık kemikleri çıkık yüzlü kıza âşık olan Zaim, gençliğinden ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü hayatın acı ve hüzünlü yıllarını anlatıyor. Otobüste tanıdığı o masum ve güzel kızın bir gün eşi olup bir kız çocuğuna sahip olabileceklerini yalnızca hayal ederken buna kavuşuyor ancak hayat, hiçbir zaman ona beklediği saadet ve huzuru vermiyor. Zamanla solmuş ve yitip giden bir sevginin hikâyesi… «Birbirimizi yok etmek için ne gerekiyorsa yapıyoruz, biz niye bu hâle geldik? Hayatımız tam bir cehennem! Buna uzun süre ne sen ne de ben katlanabiliriz artık; yeterince çöktük zaten. Bütün becerebildiğimiz şey, içinde bulunduğumuz durumu kavrayıp bir çözüm yolu bulabilmek. Kendimize yeteri kadar şans tanıdık; yan yana duramıyoruz artık. Bir arada durmamızın bir anlamı ve gayesi olmalı. Yıllar önce böyle bir tehlike ile karşılaşma ihtimalinin az olmadığını biliyordum, fakat geçmiş ve geçmişte konuşulanların bir önemi kalmadı artık. Bu, bizi yavaş yavaş yok eden, kendi ellerimizle yarattığımız hayatımızın içinden nasıl kurtulup çıkabiliriz?»

Аннотация

Huzursuz giden evliliğinden uzaklaşan Reha, kendini dinlemek için ailesinin yaşadığı yazlığa gider. Burada toparlanmak ve dinlenmek istese de çevresinde olup bitenlere dâhil olur ve bir başkası için iyilik yapmanın tadına erişir. Reha’nın evinden uzakta geçirdiği süre, onun için bir değişimin başlangıcı olur. Sonrasında bir kitapçının tozlu raflarında unutulmuş, eski bir kitap onu asıl benliğiyle tanıştırır. O, artık eski Reha değil, kendini bilen ve yaşamı tanıyan biri olmuştur. “Güz rüzgârları artık daha sert esmeye başlamıştı. Yerler, yollar, parklar, solup sararmış ve dökülmüş ağaç yaprakları ile doluydu. Baktığım her köşeden, seyrettiğim her kareden mutsuz olacağım bir mana çıkarıyordum.”

Аннотация

Eski bir arkadaş ile karşılaşan Muktim'in hatıralarını andığı bir gecenin ardından, pencereden gördüğü Zeliha ve her hafta sonu yalnız yaşadığı evine gelen kız kardeşiyle sevimli yeğeni; onun dününde ve bugünündeki hüzünlerini taşıyor. Tıpkı sevgili yeğeninin banyodaki su dolu leğen üzerinde yüzdürüp batırdığı kâğıttan kayıklar gibi. “Pek canını sıkmak istemem ama buraların da kaçıp geldiğin büyük kenti aratmayacak hâle geldiğini, belki de kötü bir aslın daha kötü bir taklidi olmaya başladığını pek bilmiyorsun. Yani anlayacağın, buraların da cennete benzer bir hâli yok. Belki bir iki şey dışında burada da her şey pahalı; tiyatro yok, sinema yok, üzerinde rahatça gezip dolaşacağın bir yer yok, kitap yok kitapçı yok. Eskiden beri var olanlardan biri işkembeci, biri kasetçi oldu. Sessizlik var, hantallık var. Büyük kentlerden küçük kentimize gelen ve yaşam yerine ölümü anlatan, insan gözü ne görüyorsa onu anlatmak yerine, ulaşılması imkânsız ve olmayan bir sürü zırva şeye ağıtlar düzen büyük şarkıcılar var. Artık bu küçük kentin küçük insanları, küçük salonlara sığmadıkları için stadyumlara doluyorlar. Ama oraya da sığmayıp sokaklara taşıyorlar. Bu küçük kentin insanları dinledikleri bu şarkıcılara ağlıyorlar; ağlarken de üşenmeyip birbirlerini dövüyorlar. Zaten bu akşam seni buraya belki de onun için getirdim. Belki de buraya kaçtım, seni de kaçırdım.”

Аннотация

Henüz gençliklerinin baharında olan Rahmi ve Sinem'in masum ve temiz hayatlarının, aynı okul sıralarında başlayan saf sevgilerinin hikâyesini anlatıyor Emin Göncüoüğlu. Rahmi, bir esnafın oğlu ve Sinem de memur anne babanın kızıdır. Yaşadıkları küçük kent, günlük yaşam mücadelesi onları yakınlaştırmaya başlar. Ancak Rahmi'nin etrafında pek de dost olmayan kimseler vardır. Rahmi'nin temiz ve aydınlık hayatını çevresindeki kirli ve düşman kişiler henüz hayatının başında soldurmaya ant içmişlerdir. "Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”

Аннотация

İstanbul ve Urfa… Filmlere konu olmuş iki şehir… Ve bu şehirlerden taşan hayatlar… Arayış içinde olan Nusret, İstanbul’un geniş caddelerindeyken adını koyamadığı bir hissin çekimine kapılmasıyla Urfa’nın dar sokaklarında bulur kendini; Urfa’nın dar sokaklarında ve daha önce yalnızca gazete haberlerinde şahit olduğu töre kıskacındaki bir hayatın içinde… Nagihan’ın hayatıdır bu. Daha on dokuzundadır Nagihan. Hayat, dost düşman ayrımını yapamayacağı bir yaşta, kendi kanından birini çıkarır karşısına. Ve Urfa’da bu üç kişi -Nusret, Nagihan ve düşmanı- karşı karşıya gelir. Sonuç ise yine bir gazete haberidir; daha küçük, daha önemsiz ve daha az yer kaplayan…