Аннотация

Toplumu eğitmeyi kendisine görev sayan Ahmet Mithat Efendi «Çengi» romanında, Cervantes’in ünlü eseri «Don Kişot»u Osmanlı kültürü ve edebiyatına uyarlayarak okuyucuya öğretici bir mesaj verir. Büyü ve efsunla uğraşarak bir hayli servet biriktiren Saliha Molla, İstanbul’un tanınan simalarından biridir. Oğlu Daniş Çelebi’yi büyü, tılsım, cin hikâyeleri içerisinde büyütür. Saliha Molla’ya göre, her taraf cin ve perilerle doludur. Evde dolaşırken bu cin ve periler incitilmemelidir. İlk terbiyeyi bu şekilde alan Daniş Çelebi, annesinin teşvikiyle hikâyelerin gerçekliğine inanmaya başlar ve Don Kişotluğu da bu noktada baş gösterir. “…Çelebi cenaplarının nazarıdikkatlerini çeker ise onu uygulamak için, zihninden bir fıkra, bir hikâye bulmaya çalışır. Hem de mutlaka bulur. Bulduğu anda gördüğü şeyi zihnindeki hikâyeye uydurarak kuruntusunu büyütmeye başladığı anda da meseleye vücut verir ve derhâl kendisini o hikâyenin içinde bulur.”

Аннотация

Tanzimat Dönemi yazarlarından olan Ahmet Mithat Efendi, ölümüne dek iki yüzden fazla eser yayımlamıştır. Eserlerinde akla gelebilecek her türlü konuya değinen Ahmet Mithat, özellikle Avrupa’nın bilim ve sanayideki gelişmişliğini methederken, Osmanlı toplumunun ahlaki değerlerini koruması gerektiğini vurgulamıştır. “Paris’te Bir Türk”, eserlerinde göze çarpan bu gibi unsurların yoğun bir şekilde işlendiği romanların başında gelir. Romanın başkahramanı Nasuh’un ağzından giyimden evliliğe, medeniyetten geri kalmışlığa, krallıktan cumhuriyete, Doğu kültüründen Batı kültürüne kadar her şey tartışılır ve bu tartışmaların sonucunda bir fikir birliğine varılarak okuyucuya sunulur. Nasuh’un seyahatinde, -onun Paris’teki gezintileri, farklı milletlerden tanıştığı insanlarla sohbetleri, kadınlarla olan ilişkileri boyunca- bu gibi konular Ahmet Mithat’ın sade diliyle tafsilatıyla ele alınır. «Zira tanışmanın hasıl olması yani iki komşunun birbiriyle merhabalaşması için ya daireleri kapısından girer veya çıkar iken veyahut merdiven üzerinde tesadüfle boyun eğmekten başlaması lazım gelir. Nasuh bu meseleyi bilir idiyse de tanışma peydası için ayların geçmesine katlanamadığı ve bir haneye yabancı girer gibi girip çıkmayı dahi sevmediği cihetle, daha gelişinin ertesi günü komşularının birer birer kapısını çalıp girerek ve 'Hanımlar! Efendiler! Kendimi size yeni komşunuz olmak üzere takdim ederim ve sizi taciz edecek hiçbir hâl ve hareketim vukuya gelmeyeceğini vaatle hakkımda teveccühünüzü rica ederim.' tarzında girişler yaparak derhâl tanışma münasebeti bağına muvaffak olmuştu. Moskoflar Nasuh’un bu hareketinden memnun kaldılar. Zira Avrupa’nın en kibar milleti Moskoflar addedilse şayandır. Zira insanoğluna derhâl temayül ederek ana, baba, kardeş gibi ısınmakta Türklerden bile ileridirler. Almanlar, Nasuh’un bu laubalice hareketine şaşırmışlardı. Çünkü onlar İngilizler kadar da sıcak değildirler. Hele Fransız ailelerince Nasuh’un bu hareketi yabancılığına yoruldu. Zira Paris’te ya şehvani bir menfaat veyahut nakdî bir fayda icap etmez ise birbirini bilmeyen iki adam arasındaki münasebet pek bayağı bir hâlde kalır gider.»

Аннотация

Gönlüne bilim merakından başka bir ilgi görmemiş Suphi Bey, bu ilgisini tatmin için dünyanın en kuzeyine gitmeye karar verir. İnsanlar arasında adı zaten deliye hazır olan bu bilim âşığının, o dönem için biraz Donkişotvari sayılabilecek bu yolculuğunda ona eşlik edecek bir Sancho Panza da hazırdır: Hicabi Bey. Artık yapılması gereken tek şey rotayı kuzeye ayarlayıp sürekli yol almaktır. Bu yolculuğa türlü tesadüflerle beraber yine bir bilim âşığı İngiliz kız da karışınca gönüllerde bilim aşkının yanında başka türlü aşkların da uyandığı bir gezi romanı çıkar ortaya. Bizim üç seyyah bu kiliseyi enine boyuna gezip her tarafını son derece ehemmiyetle seyrettikten sonra Arkhangelsky Sobor adı verilen diğer bir kiliseye daha girdiler ki her ne kadar dış görünüşü pek miskin bir şey görülür ise de büyük kiliseden sonra Rusların en mühim kiliseleri burasıdır.Bu kilise içinde o kadar çok buhur, o kadar çok mum yanmış ki duvarları ve yaldızları tamamen örtülüp kalmıştır. En eski zamanlardan Büyük Petro'ya gelinceye kadar Moskova'da tahta çıkmış bulunan çarların tasvirleri hep bu kilisede bulunduğu mezarları da buradadır.

Аннотация

"Karnaval" Ahmet Mithat Efendi’nin hikâyenin kahramanlarını bizlere tanıttığı ve olayların temellerini sunduğu «Karnaval Öncesi», olayları ayrıntılandırarak anlattığı hikâyenin esas kısmını oluşturan «Karnaval İçinde» ve olayların birer birer sonuca bağlandığı «Karnavaldan Sonra» olmak üzere üç kitaba ayırarak yazmış olduğu romanıdır. Ahmet Mithat Efendi döneminin toplumsal yapısını, birbirinden farklılaşan insan ilişkilerini, aşklarını ve “balo macerasını” ustaca ve sürükleyici bir şekilde hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. «Karnaval geldi. O ziyafet meclisleri süslenip donatıldı. Hem de ne şekilde süsleniş! Öyle yalnız bir oda içinde, dört kadeh ve bir şişe ile birkaç tabak mezeden ibaret bir hazırlık değil! Bütün Beyoğlu ve Galata yekpare bir safahane kesilmiş, balo verecek olan salonların önlerinde rengârenk bayraklar dalgalanıyor ki dünya yüzünde bayrağı olan ne kadar millet varsa hepsinin elvan-ı milliyesini buralarda görebilirsiniz. Yalnız bayraklar mı? Şimşir, defne, taflan gibi her zaman zümrüt gibi yemyeşil bulunan dallar ile balohanelerin içleri dışları donatılmış. Geceleri rengârenk fenerler de asılıyor. Kapıların önünde kapı kadar yaldızlı levhalar o gece orada bir büyük umumi balo verileceğini ve maskeli olsun, maskesiz olsun gelinebileceğini, vesaireyi vesaireyi âleme ilan ediyor…»

Аннотация

Güzelliği başa bela fakat bir o kadar da iffetli, evli bir kadın olan Ferdane Hanım, onu hırsına yenik düşerek haksız yere rezil etmeye çalışan ve bu sebeple de namuslu bir kocayı helak olmakla baş başa bırakan Behçet Bey, Ferdane Hanım’ın baş döndüren dış güzelliğinden ziyade iç güzelliğine vurulan Necati Efendi… Vah, Ahmet Mithat Efendi’nin usta kaleminden dökülen, okurken her daim kendinize “Cani kim?”, “Zalim ve mazlum kim?” sorularını sorduran ve cevabını ararken sizi sürükleyip götüren akıcı ve etkileyici bir romandır. Ahmet Mithat Efendi dönemin sosyal yaşamını ve İstanbul’unu merak uyandıran olay örgüsü ile ustaca hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. «Despino bu haberi verdiği zaman Necati bir kere „Vaahh!“ dedi. Ve işte bu vah yalnız bir heceden ibaret bulunan şu kelimenin en müthiş manasına delalet edecek bir surette telaffuz olunmuştu.»

Аннотация

Yeniçeri Ocağı'na mensup Osman Çorbacı ile yine bir yeniçeri kızı olan karısı Ayşe’nin bir yanlış anlaşılma yüzünden evliliklerini bitirmeleri üzerine gelişen olaylar, talihsiz ve yetim bir yeniçeri olarak büyüyen Civelek Hüsnü’nün trajik öyküsüne doğru evriliyor. Yeniçeriler, Yeniçeri Ocağının yavaş yavaş çözülmeye başladığı döneme de ışık tutmasıyla tarihî bir özellik taşıyor. «…Aşkı önlemek için ne kadar çalışılsa da aşk bir kat daha artar. Aşk bir ejderhaya benzetilebilir ki yedi başından hangi birini kesecek olsalar yerine yedi daha çıkar…»

Аннотация

Ahmet Mithat Efendi’nin dönemin kerhanelerinin ve toplumsal yapısının iç yüzünü en gerçekçi hâliyle okuyucuya sunmakta olduğu “Henüz 17 Yaşında”, tesadüfi bir şekilde yolu Beyoğlu kerhanelerinden birine düşen Ahmet Efendi ve orada tanıştığı “henüz 17 yaşındaki” Kalyopi’nin hikâyesini konu alan sürükleyici ve bir o kadar da etkileyici bir romandır. Ahmet Efendi birbiri ardına gerçekleştirdiği “alışık olunmayan” ziyaretler ile Kalyopi’nin gönül acımasının ve insanlığının izine, başına gelenlerin ve onu bu batakhaneye sürükleyen nedenlerin peşine düşer. Kalyopi’ye gerek içten bir dost gerek bir baba gibi yaklaşmakta olan Ahmet Efendi gelecek günlerle geçmiş günlerin acısını unutturabilecek midir? “Senin adın nedir?” “Bana Kalyopi derler, efendim; küçük Kalyopi!” “Demek oluyor ki burada bir de büyük Kalyopi vardır.” “Hayır, buradaki kızların en küçüğü ben olduğum için…” “En küçüğü mü? Kaç yaşındasın?” “Henüz 17 yaşında!”

Аннотация

Yazı makinesi unvanını layıkıyla taşıyan Tanzimat dönemi yazarımız Ahmet Mithat Efendi’den kendine özgü dil ve üslubuyla kaleme aldığı başarılı bir eser: Taaffüf… Roman kahramanlarımızdan Rasih Efendi, Türk âdetleriyle yetiştirilmiş, iyi yürekli ve kültürlü genç bir beydir. Saniha Hanım ise biraz alafranga ama o da iyi yetiştirilmiş, kültürlü genç bir hanımdır. Birbirleriyle evlenmesi münasip görülmüş, ahlaklı ve birbirine denk yetiştirilmiş bu iki gencin ilişkisi evlilikle nihayet bulur. Bu evlilik ufak bir sınavdan geçecektir. Bu sınavda “Minerva gibi mi yoksa Venüs gibi mi davranılacak? Gerçek bir aşk hikâyesi mi yoksa sadece bir idefiks mi?” diye düşünürken sadakatinden ve ahlakından hiçbir zaman ödün vermeyen roman kahramanımız Saniha Hanım’ın ağzından şu büyülü sözler dökülüverir: «Geçen gün size 'Rasih’im ben sana âşığım!' dememiş miydim? Bunu tekrar ederim. Rasih’im, sana yeniden âşığım! Fakat yalnız o tasvir bahsini, o mitoloji bahsini, her gün anlatarak ve birçok meseleyi de onlar üzerinden ve fevkalade bir maharetle hallederek ve bu cihetten erkek nevinin en güzidelerinden olduğun için değil! O mektup parçalarını yeniden tertip ederek zevcenin epeyce bir kabahatine vâkıf olduğun hâlde onu yüzüne vurarak kendisini mahcup ve zor durumda bırakmayı istememek derecesinde bir cömertlik ve kahramanlıkta bulunduğun için sana yeniden âşık oldum Rasih’im!»

Аннотация

Hukuk mektebini ikincilikle bitirmiş Nurullah Bey tamamen içinde yaşadığı dönemin çocuğu olsa da huy bakımından babasından bir miras almıştır: Siyasi olaylara karışma konusunda çekingenlik. Ancak dönem II. Abdülhamit dönemidir ve Serhafiye Feyzullah Efendi’nin hafiyeleri etrafta kol gezmektedir. Bir iftira, bir ters söz, bir yanlış anlaşılma, insanları istese de istemese de siyasetin tam göbeğine çekebilmekte; hatta mahpusluklara, sürgünlere yol açabilmektedir. Böyle bir akıbet Nurullah Bey’in de başına gelir ve siyasi olaylara uzak kalmaya çalışan bu genç, yaşadıklarından sonra bir Jön Türk olup çıkar… Romanlarında sosyal meselelere uzak kalmayan Ahmet Mithat Efendi, bu eserinde de dönemin fikrî ve toplumsal yapısını ustalıkla vermiş, Doğu-Batı çatışmasını örnekleriyle anlatmış ve tarihimizde önemli bir yeri olan Jön Türkler’in tarihî konumunu, hangi şartlar altında faaliyet gösterdiklerini gözler önüne sermiştir. Şu aralık istibdada karşı müntakimce neşriyatımızda sürgün yerlerinin, sürgünlerin hâli pek yaman bir şekilde tasvir edilmekte bulunmuş ise de biz üç seneden fazla uzayan sürgünlük müddetimizin ilk yedi sekiz ayından başka pek de acelecilikle yakınılacak cihetlerini görmedik. Hele hiçbir zaman işkence, eza, cefa, görmedik. Hakaret bile çekmedik. Kale içinde her tarafa zaptiye muhafazası altında olarak gidebilirdik. Gündüzleri evimize, evlat ve iyalimiz yanına bile giderdik. Fakat akşamüstü yine hapishaneye dönerdik. Gerçi esirlik ve mahpusluğun bu derecesi de pek ağırdı.

Аннотация

Alexander Dumas’ın ünlü romanı «Monte Kristo Kontu»nun Türkiye’deki ilk basımı, Türk okuyucusu tarafından büyük rağbet görür. Bunun üzerine Ahmet Mithat, bu romanı örnek alarak Hasan Mellah’ı yayımlamaya başlar. Hasan Mellah da büyük bir ilgiyle karşılanır. Öyle ki eser tamamlandığında roman kahramanlarının akıbetini merak eden okuyucuların ısrarları üzere Ahmet Mithat romanına bir ek yazar. Ahmet Mithat’ın ilk romanı olma özelliğini taşıyan bu eser ilk olarak korsanların elinde esir olarak karşımıza çıkan Hasan Mellah’ın türlü ölümlerden kurtuluş maceralarına yer veriyor. «Allah bize bu çocukları niçin veriyor biliyor musun? Ömrümüzün geçmekte ve ölümün yak­laşmakta olduğunu bize ispat için veriyor. Eğer bize kalacak olursa biz gençliğimizin geçtiğine, kart ve ihtiyar olduğumuza ve gebermek zamanı yaklaştığına mutlaka inanamayacağız. Lakin boyumuzla beraber evladımız yetiştikçe evvela kendimizi çocuk­luktan koparıp o saadeti evladımıza mecburen terk ediyoruz. Sonra onları genç ve civan olmuş görünce ister istemez kartlığı­mızı teslim edeceğiz. Nihayet onları kart görünce kendimizi ihtiyar bularak, onların ihtiyarlığını düşününce bizim için me­zardan başka bir yer kalmadığını müşahede edeceğiz. Ama diyeceksin ki a devletlu, böyle doğurtup, yaşatıp, büyütüp de sonra gebertmekte ne mana vardır. Hazır bir kere yarattıktan sonra devam edip gitsene! İşte dindar olan böyle dememelidir. Çünkü bu söz bizim bencilliğimizden kaynaklanıyor. Çocukluktan al da en ihtiyarlığa ve torunluktan al da en ağa babalığa varıncaya kadar insanın her çağı, ayrı birer saadettir. Bu saadete herkes nail olmak ister.»