Скачать книгу

soydan gelmesin oğlum?” diye sordu Sigurd. “Annen kim ve nasıl yaşıyor?”

      Olaf efendisinin yüzüne sakince bakarken hızla yanıtladı:

      “Annem fakir bir esirdir hersir,” dedi. “Vikingler onu denizin batısından Estonya’ya getirdi. Çocukluğumdan beri ondan haber almadım.”

      Kraliçe ona acıyarak gülümsedi.

      “Peki ya baban?” diye sordu.

      Olaf başını sallayıp dalgın dalgın Kraliçe’nin bir sürü altın yüzük takılmış güzel ellerine baktı.

      “Babamı hiç tanımadım hanımefendi,” diye yanıtladı. “Ben dünyaya gelmeden önce ölmüş.”

      “Ama adını biliyorsun, değil mi?” diye ısrar etti Allogia. Artık Olaf ona kasıtlı yalan söylemekten korkuyordu ama dayısının hatırı için gerçeği dile getirmedi. Bir an için kekeledi, ardından köpeğin kulaklarını parmaklarının arasına alarak sert ve sıkı bir şekilde sıktı. Köpek ani acıyla uludu, sinirlenerek ileri doğru koştu. Ürken ve telaşlanan Kraliçe kenara çekilerek salondan görkemli bir edayla uzaklaştı.

      Allogia haftalar sonra sorusuna bir cevap aradı. Sırrının açığa çıkmasından korkmaya devam eden Sigurd, görünmesin diye oğlanı saraydan uzak tuttu. Fakat onca dikkate rağmen tehlike tekrar kapıdaydı.

      Kral Valdemar’ın Gerda adında bir annesi vardı, kadın çok yaşlı ve hasta olduğundan her zaman yataktaydı. Kâhinlik konusunda inanılmaz yetenekliydi ve Yul zamanı, misafirler kral salonunda toplandığında annesinin oraya taşınarak tahta oturtulması bir gelenekti. Orada ülkenin başına gelebilecek tehlikeler veya kendisine yöneltilen sorular konusunda kehanette bulunurdu.

      Olaf’ın Holmgard’daki Yul ziyafetine katılacağı ilk kışında Gerda bu gelenek için getirildiğinde Valdemar ona bir sonraki yıl herhangi bir prensin ya da savaşçının topraklarına girip girmeyeceğini ya da askerlerini krallığına karşı kışkırtıp kışkırtmayacağını sordu.

      Yaşlı anne büktüğü parmaklarını incelmiş, beyaz saçlarından geçirerek donuk gözlerini geniş salona dikti ve kehanetini söyledi:

      “Feci bir savaş olacağına dair herhangi bir işaret fark etmedim,” dedi, “herhangi bir talihsizlik de. Ama harikulade bir olay görüyorum. Yakınlardaki Norveç diyarında, meşhur bir prens olana dek burada, Holmgard’da yetişecek bir çocuk doğdu; bu öyle yetenekli bir çocuk ki ona denk biri hiç gelmedi. Bu krallığa zarar vermeyecek ama ününü artırmak için pek çok şey yapacak. Henüz gençliğinin baharındayken asıl topraklarına dönecek ve dünyanın bu kuzey kısmında büyük bir zafer kazanacak. Ama daha çok zaman var. Şimdi götürün beni.”

      Bu kelimeler söylenirken Kraliçe Allogia’nın gözleri, dayısı Sigurd’un bardağını tutan Olaf Triggvison’a döndü. Oğlanın elindeki boynuz kadehin titrediğini gördü; o kadar ki şarap gümüş ağzından damlayarak beyaz kıyafetinin önüne döküldü ve Kraliçe kehanette bahsi geçen kişinin o olduğunu tahmin etti. Fakat ne o anda ne de sonraki günlerde bu şüphesini kanıtlayan bir şey bulabildi. Yine de soylu olduğunu ve ona söz verilen zafer fikrini aklında tutarak Olaf’ı izlemeye devam etti. Oğlanın yaptığı her şey hoşuna gidiyordu. Yaşıtlarına göre ne kadar harika olduğunu, sadece güzellik bakımından değil savaşçı silahlarını kullanmayı, köpek ve at eğitmeyi, güreşmeyi ve at binmeyi, kar ayakkabılarıyla koşmayı ve diğer alıştırmaları da becerdiğini fark etti. Onunla sık sık konuşsa da ziyafet dışında Olaf’ı bir kere bile salonda görmedi.

      Uzun, soğuk kış ayları boyunca Olaf üvey kardeşini ya da Britonlu Egbert’i görmedi, kralın çiftliklerinden birinde çalışmak üzere nehrin karşısında çalışmaya götürülmüşlerdi. Yazın başında sürüleri koyun buluşmasına götürene kadar orada kalacaklardı. O sırada Holmgard’da büyük bir panayır düzenlenir, sporlar, oyunlar ve erkekler için yarışmalar yapılır, krallığın uzak taraflarından pek çok erkek şehre gelirdi.

      Panayırın ikinci gününde Sigurd Erikson, Olaf’ın uyuduğu odaya girdi. Oğlan güzel kıyafetlerini giymiş, Sigurd’un yaptırdığı küçük savaş baltasını deri kemerine bağlamıştı.

      “Oğlum,” dedi Sigurd, “bu bayram kıyafetlerini giymene gerek yok çünkü oyunlara katılmanı istemiyorum. Kalabalığın içinde kendini göstermemelisin.”

      Olaf, Livonyalı üç genç şampiyonla birlikte güreşe katılmaya söz vermişti. Aynı zamanda ödülün Kraliçe’nin vereceği gümüş kabzalı kılıç olduğu yarışta koşacaktı. O yüzden dayısının yasakladığını duyunca oldukça içerledi.

      “Beni evde saklaman için artık çok geç,” diye karşı çıktı. “Güreşçilere söz verdim, geri çekilmem mümkün değil. Benimle korkak diye alay etsinler mi istiyorsun? Neden kolayca kazanacağım ödülleri alma onurunu reddediyorsun?”

      “Kendini yabancıların önünde göstermemeni senin iyiliğin için yasaklıyorum,” diye yanıtladı Sigurd. “Ama en önemlisi, daha önemli bir sebepten saklanmanı istiyorum. Holmgard’a aylar önce tanıştığım bir adam geldi. Ona at yarışı için en iyi atımı vereceğim demiştim ve ödülü…”

      “Ödülü neydi?” diye sordu Olaf, dayısının duraksadığını fark ederek.

      “Ödül sendin oğlum,” dedi Sigurd usulca. “Adam sana göz dikmişti, seni eski efendin Reas’dan alacaktı.”

      “Peki soyundan ve kız kardeşinin oğlu olduğumu bildiğin halde bunu neden kabul ettin?” diye sordu Olaf.

      “O zamanlar soyumdan olduğunu bilmiyordum,” diye cevap verdi Sigurd. “Ama söz verdiğim için geri çekilemem. Adamın atını gördüm, benimkinden daha iyi bir hayvan olduğunu tahmin ediyorum. Bu yüzden seni kaybedeceğimden korkuyorum. Ama evde kalırsan adama öldüğünü söyler, yerine genç İngiltereli Egbert’i veririm.”

      “Yani adama yalan mı söyleyeceksin?” diye bağırdı Olaf.

      “Yanımda kalmana yardım edecekse, seni kaybetmeyeceksem seve seve söylerim.”

      Dayısına boyun eğen Olaf kemerini çözmeye başladı. Fakat yüzü asıktı ve zevklerinden vazgeçmesinin tek nedeninin sevgisi olduğu aşikârdı. Olaf yetenekleriyle zaten gurur duyuyordu. Herhangi bir yarışta hiç yenilmemişti ve o büyük günde karşısına çıkacakları alt ederek bu zaferi pekiştirmeyi umuyordu. Dahası, oyunlara tanıklık etmeye izni yoksa bu onun için üzücü bir fedakârlık olacaktı.

      Sigurd gitmek üzere arkasını dönerken oğlan birden adamın kolunu yakaladı.

      “Söz vermeyeceğim!” diye bağırdı. “Sana söz veremem. Güreşmeyi ısrarla arzuluyorum, o yüzden senin yasaklamana rağmen gideceğim. Bana konuştuğun o adamı tarif et ki ondan uzak durayım. At dövüşünde seni yense bile beni alamayacak.”

      “Müthiş bir Viking,” dedi Sigurd. “Ona Klerkon Düzyüz derler. Seni köle olarak satan kişi.”

      Olaf’ın kaşları çatıldı ve ayaklı yatağa oturdu.

      “Klerkon Düzyüz mü?” diye tekrarladı yavaşça. Sonra başını kaldırarak dayısının yüzüne bakıp şunu ekledi: “Korkma hersir. Klerkon beni senden almayacak.”

      Sigurd, Kral’ın yanına gittikten çok kısa süre sonra Olaf evden çıkarak gizlice ahırlara gitti ve orada üvey kardeşini Sigurd’un dövüş atının yelelerini tararken buldu. Son derece uzun ve güçlü bir hayvandı, parlak kahverengi tüyleri vardı ve uzun kuyruğu neredeyse yere değiyordu. İyi eğitilmişti ve pek çok savaş kazanmıştı. Adı Odin’in sekiz ayaklı atına ithafen Sleipner’dı.

      Olaf,

Скачать книгу