Скачать книгу

şeylerden bahsettiği gibi “Havadis-i belediyye” dahi yalnız bizim şehirde icat edilen şeylerden dem vuracaktır. Bu hafta içinde Havadis-i Belediyye’ye dair kulağıma gelen mühim haberleri, itibarlı Malumat gazetesine ulaştırıyorum.

      Bakırköy’de oturmakta olduğum için, oranın belediye durumunu oldukça bilirim. Eski müdür, bin zahmet, bin sıkıntı çekerek, orada bir “bahçe” vücuda getirdi. Bahçede ağaçlar, çiçekler bitti; otlar, çimenler çıktı, “lâk” dedikleri bizim büyük havuzlardan bir tane yapıldı. Su verecek makinesi yerli yerine konuldu. Kadınlara, erkeklere mahsus yerler ayrıldı. En son, buraya bir kiracı bulmak meselesi çıktı. Kiracı bulundu. Onlarca “eksiltme kaimesi” denilen kâğıt çıkarıldı, karşılıklı imzalar atıldı. Fakat, bir mesele askıda kaldı:

      Biraya izin verelim mi, vermeyelim mi? İki komşu:

      “Hayır olmaz!” der. Zabıta:

      “Bizce bir mâni yoktur.” diye cevap verir.

      Bahçe, kahve ile işlemez. Tekrar belediyeye müracaat ediliyor. “Bir şeye benzetiriz!” cevabı veriliyor. Nasıl?

      Kadıköy Belediyesi de Haydar Paşa Rıhtımı’nı doldurmak için, önüne gelen yere toprak yığmaktadır. Pekâlâ! Fakat yerler çok yufka olduğu için, geçen gün bağ arabalarından birine binmiş olan bir familya87 halkı, arabanın dolan yerlerden birine batıp devrilmesi yüzünden, az çok hırpalanıp yaralandılar. Hanımlarla araba güç hâlle kurtuldu. Zannederim ki biraz dikkat, epeyce büyük kazaları savuşturur.

      Sırası gelmişken, belediye dairelerine birer ricada bulunayım: Bizim arabacılarımızın hâlini kendileri bizden daha iyi bilirler. Bir kere daha tembih edilemez mi ki bu adamlar, iradenin dizginini her yerde beygirlerin çenelerine bırakmasınlar. Bahçekapı’dan Köprü’ye gitmek kadar, şehrimizde tehlike atlatacak bir yer daha düşünülemez. Ya, Köprü başında? Maazallah! Zaman oluyor ki halk, kaçacak yer diye, birbiri üzerine çıkıyor. Üstü başı temiz bir zat görmesinler, yirmi tane araba birdenbire hareket ederek bu işler için zaten dar olan o meydanı kaplıyorlar. Geçen gün, iki kadın ile üç yavru bunların arasında birbirini kaybettiler. Çocuklar, “Anne! Abla!” diye bağrışır. Kadınlar, “Kızım! Oğlum! Kardeşim!” diye haykırırlar. Fakat kim dinler! Sürücüler, yine; “Beyefendi! Küçük bey! Gözlüklü efendi! Paşa baba! Hanımefendi!” Küçükhanım! diye feryada devam ettiler. Kadınlar, çocuklar güç hâl ile kavuştular. Üç dakikada bir hasret ki tarif edilemez.

      Hatırda mıdır? Şehri güzelleştirmek maksadıyla, arabacıların tek çeşit elbise giymeye mecbur edilecekleri söylendi idi. Bu fikir yerine getirilseydi ne kadar şık olurdu. Eğer buna himmet edilir ve kamçıların ipleri de küçültülürse, belediye adına gerçekten hizmet edilmiş olur.

      14

      Sıcaklar arttıkça serin yerler aramak, âdeta, tabii bir ihtiyaç hâline geliyor. İnsan, Boğaz’da yükseldikçe yükseliyor. Ben bile, kısa zaman için Göksu’yu bırakarak Sulara88 doğru aktım. Büyükdere’de89biraz oturup karnımı doyurayım diyerek uzunca, bahçesi denize kadar uzanan bir lokantaya girdim. Sofrada alafranga, beyaz, kar gibi örtü. Takımlar temiz. Ortada bir liste.

      Ben zaten deniz havasını bilirim. Beni her zaman acıktırır. Lüzumundan fazla masrafa sokar. Listeyi ele alır almaz içindekilerin her birinden birer tabak yemek istedim. Ne de güzel ne de ustalıkla yazılmış:

      Piliç suyuna çorba, piliçli pilav, pirzola, tas kebabı, orman kebabı, şiş kebabı, dağ kebabı, Büyükdere kebabı, İzmir köftesi. Bunlar, etli yemekler. Gelelim sebzelere: patlıcan beğendi, patlıcan musakka, patlıcan oturtması, patlıcan silkmesi, patlıcan imambayıldı, patlıcan tavası, ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri, bamya (etli), domates dolması, türlü (güveç ile).

      Balıklar: barbunya (tavası), kefal (pilakisi). Yemişler: kavun, karpuz, şeftali, armut (akça). Şarap ve türlü peynirler…

      Tamam! Her şey var. Fakat, hangisini yiyeyim? Çorba; hava sıcak. Tereyağlı pilav; sonra. Piliçli pilav; birdenbire tıkar. Piliç kızartması; kupkuru. Piliç soğuğu; söğüşten ne çıkar? Piliç ekşilisi; kim bilir nasıl şey? Biftek; burada pişirmezler. Fileto;90 insan Yani’de olup da yemeli. Pirzola; bizde de yapıyorlar. Tas kebabı; yemeden bıktım. Orman kebabı; burası yeri değil. Şiş kebabı; biraz durdum. Dağ kebabı; işitmediğim bir yemek. Büyükdere kebabı; şaştım. Patlıcan kebabı; şiş kebabından ne farkı var? Kuzu ciğeri; vakti geçti. Kuzu başı; işkembeci dükkânında mıyım? Kuzu fırında; şimdi tatsızdır. İzmir köftesi; hiç sevmem. Patlıcan beğendi; patlıcanı ez, üzerine tas kebabı koy, ver müşteriye! Yenmez. Patlıcan silkmesi; o da öyle. Patlıcan imambayıldı; zeytinyağlıdır. Patlıcan tavası; bir tanesi yenir. Ayşekadın, barbunya, çalı fasulyeleri; sebze dedik ya! Bamya (etli); sıvışık. Domates dolması; iyi pişiren olsa! Türlü; karmakarışık şeyden hoşlanmam. Barbunya; bu fena değil, hem alafrangada önceden balık yenir. Kefal pilakisi; şimdi hiç yenmez. Kavun; acaba topatan mı? Karpuz; soğuk mu? Şeftali; sulu mu? Armut; porsiyonu kaça? Şarap; yerlidir. Türlü peynirler; malum ya, kaşar, beyaz, gravyer, Felemenk.

      Ben bu düşünce, bu tereddüt içinde iken cingöz bir garson:

      “Efendim, ne buyuracaksınız?” dedi. Artık, “düşüneyim” olmaz. “Şiş kebabı.” dedim. Dedi ki:

      “Yanına biraz fasulye koysun mu?”

      “Peki, fakat önceden bir barbunya ver. Şarap getir. Yemiş de getir.” dedik. Emirlerim sırasıyla yerine getirildi.

      Yemek yerken sordum:

      “Buraya ne derler?”

      “Pamuk Yani!”

      Pamuk Yani mi? Dikkat ettim: Topuz gibi biri. Beyaz bıyıklı, karnı çenesinden ziyade ileriye fırlamış. Pekâlâ! Ağzımızı sildik. Borcumuzu sorduk. Herif pamuk değil, çelik imiş. otuz beş demesin mi… Zengin ahbaplarımdan biri ile bazen böyle yerlere gelip de ben garsonun hesabını incelemeye kalkıştığımda:

      “Dokunma. Buralarda hesap sormak ayıptır.” derdi. Keşke demez olaydı! Her sözü tutmam da bu zararlı öğüdü tutarım. Kuzu gibi iki mecidiyeyi verdim. Silik bir çeyreği cebe atarken, düşünüp de hazım kabiliyetim bozulmasın diye birdenbire dışarıya fırladım.

      Daha kapıdan çıkar çıkmaz bir araba durdu. Benim “zengin ahbaplardan” dediğim zat içinde. İçimden “Biraz önce gelseydin ne olurdu?” diye söylendim. İki taraftan, bir “Vaay!”dır gitti. Sordum:

      “Nereye?”

      “Bendler’e!91 Haydi, beraber gideceğiz.”

      “Olur.”

      Arabaya atladık. Daha ömrümde Bendler’e gitmemiştim. Bu ilk ziyaretten doğacak sevincin pek çok olacağını tahmin ediyordum. Her ne ise! Araba zıplar, biz zıplarız. Maltız Mahallesi’nden geçtik. Karakol’un önünden Büyükdere Çayırı’na girdik. İnce, pürüzlü bir zurna sesi, gürültülü bir davul bizi karşıladı. Eski tunç renginde iki Kıbti, birden temenna ederek arabaya yaklaştılar. Arkadaşım biraz şık, âdeta hoppaca olduğundan:

      “Biraz dinleyelim.” dedi. Durduk. Zurnacı boğazının yan damarlarını şişirerek bir ‘medet!’ kopardı, yahey! Davul da basso tutuyor. Uşşak92 üstünden biraz gezinir gezinmez:

      “Allının allısıyım ben.

      Kara kızın ablasıyım ben!”

      diye

Скачать книгу


<p>87</p>

Familya: Aile anlamında olan bu Fransızca kelime, A. Mithad Efendi, A. Rasim ve çağdaşlarınca çok kullanılmıştır.

<p>88</p>

Sular: Büyükdere ve Sarıyer sırtlarında Çırçır Suyu.Hünkâr Suyu, Fıstık Suyu vb.

<p>89</p>

Büyükdere: Boğaziçi’nin Rumeli yakasında uzak semtlerden biri.

<p>90</p>

Fileto: Hayvanların sırt kemiklerinden alınma et.

<p>91</p>

Bendler: Büyükdere’den gidilen ve Belgrad Ormanı yakınlarına düşen barajlar.

<p>92</p>

Uşşak: Türk musikisinde bir makam.