Скачать книгу

ken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

      İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

      Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

      BİRİNCİ BÖLÜM

      1

      Fatih yangını anlaşılmaz bir hoppalıkla evin üzerinden atlayarak ona ateşini dokundurmadan geçmişti. Bu korunmayı ev sahibi Baba Enis’in kerametine verenler çok oldu:

      “Baba Efendi, maneviyatınız sayesinde eviniz kurtuldu.” diyenlere karşı koca Enis kendi kerametini tasdik eden ince bir gülümsemeyle göz süzerdi.

      Yine o sırada bulunan Muhtar Bekir ve Saraç Hüsnü Efendilerin evleri de belki bu keramet yüzünden yanmamıştı.

      Viranelerin ortasında kübik şekliyle bir kale burcu görünüşünü almış olan Baba Enis’in evi gecenin karanlık sessizliğine bürünmüş, uyuyordu.

      Evin etrafında iki karaltı peyda oldu. İçeri girmek için bir kümesin uygun yerini araştıran sansarlar gibi dolaşıyorlardı. Arada bir fısıldaşarak göğüslerini dolduran kahkahaları tutmak için boğuk boğuk gülüşüyorlar, alt kat pencerelerine kulak verip içeriyi dinliyorlardı.

      Karaltının biri arkadaşının kulağına eğilerek: “Uyumuş olmalı…”

      Öteki ezgin bir alayla cevap verdi:

      “Deve gibi yüksek bir delikanlısın, fakat yazık ki, aptalsın Muhsin…”

      “Bana aptal diyenin burnuma çekecek bir çimdik enfiye kadar aklı olaydı bari…”

      “Ulan akıl denilen şeyi ne sen tutarsın ne ben… İkimizde de mafiş…”

      “Aç başı be… Ben yalnız mangiz1 kokozuyum.2 Akıl dedin mi kafamın içinde kum gibi kaynar.”

      “Aklı olan devletlinin mangırı da gani olur. Sen içeride karıyı uyumuş sanıyorsun, hâlbuki uyanık… Bizim burada dolaştığımızı görüyor, kurnazlığından ses vermiyor. Dudaklarımın hararetini yanaklarının üzerinde duymadığı gecelerde onu uyku tutmaz.”

      “Demek ki, sen onu tılsımlamayınca uyuyamaz.”

      “Ne sandın avalım susti?”

      “Öyle ise bir saatten beri burada dolap beygiri gibi dolanıyoruz da neye ses vermiyor?”

      “Her şeyin bir eşref saati var ulan…”

      “Eşref saat meşref saat bilmem ben… Karıyı hem tıklıyorsun hem de kaz gibi yoluyorsun. Necibe Hanım’ın yanakları hararetli genç dudaklardan hoşlanıyorsa benimkileri de bir denesin. Seninkilerden daha az ateşli iseler bir parasını almam. Seninle bir sevda yarışına girelim. Hangimiz daha keskin, hangimiz daha ateşli anlaşılır. Hem ben voli başına yüzde otuz iskonto yaparım.”

      “Ulan ağdalı köpek tersi gibi bu akşam tabanımın altına ne takıldın? Belaya mı gireceğiz seninle?”

      “Yine sakız çiğneme be, miden bozulur.”

      “Ağzın sulandıysa tükür ulan.”

      “Yut baban görmesin…”

      “Lafa yekûn çek be. Sen yanımda olmasaydın ben şimdiye kadar gerdeğe girerdim.”

      “Sen buraya gerdeğe merdeğe girmeye gelmedin, karıyı soymaya geldin. Haydi ne efsun okuyacaksan oku da nazenin pencereye gelsin. Kocasının hacı yağı kokan helal kaymelerinden birkaç tanesini, def-i kaza ve bela için başından çevirip çevirip bize atsın. Karakulak suyu gibi hafifledim. Yine bir haftadır mangiz tutmuyorum. Sekiz cebimde bir tek murdar yüzlük var, onu da ellemeye iğrendiğim için harcayamadım. Yarın sabah Çarşıiçi’ndeki Ermeni aşçıdan beraber karın doyurmak için sana şimdiden dalkavuk kaydolunmaya hazırım. Bir çömlek kebabı, bir pilaki, bir ciğerli pilav, bir tatlı… Fazlası haram. O kıvırcık saçlı matmazel garsonun elinden mürüvvete endaze olmaz ya, iki kupa da şarap ikram edersen keyfim tamam olur.”

      “Ulan cömertlik dakikama rast geldi. Seni yarın yağlı bir çömlekten sonra enayi pilakisiyle tımtıkız şişiririm. Fakat bu Ayasofya’da dilenip de Sultanahmet’te zekât vermeye benzeyecek. Aftos bana uçlanırsa ben de senin karnını tambura gibi üfürtürüm.”

      Veysi karanlık evin uyuyan pencerelerine karşı hafif cakalı bir ah çekerek: “Ah elmasım, bu gece yine bize açmazlarını bir bir oynuyorsun. Ne kadar inatçı bir âşık olduğumu bilirsin. Bu gece seni evvela doya doya ısırmak, sonra da ganice diş kirası almak isterim. Bu sözlerime aldırış etmezsen boynuma ramazan davulumu takar, ‘yüz bir pare’ yanık beyit okuyarak muhterem Hacı Baba’yı ağır uykusundan hacıyatmaz gibi foga dapduru kaldırırım.”

      Bu gülünç tehditler evin derin sessizliğinde hiçbir depreşme peyda ettiremez.

      Veysi yerden ufak bir taş alarak, “Tatlı dilim ile attığım taşlara aldırmıyorsun. Dur sana nazik elimle bir iki fiske göndereyim.” sözü ve tık diye hafif bir ses çıkaran üst katın cumbasını nişanlar. Yine ses çıkmaz. Fakat sırnaşık çapkın “kefareti budur” diye fiskelerini üç defa tekrarladıktan sonra:

      “İmanım, itikadımızda yer tutmuş, tılsımlı sayılar şunlardır: Üç, yedi, kırk… Ben bu gece hepsini tamamlayacağım. Hem gittikçe taşlar da irileşecek. Bu sıkı bombardımana çürük evinizin kaplaması dayanamaz.

      Makamla:

      Bir taş attım cumbasına tık dedi

      Kocam evde yok yukarı çık dedi.

      Kafesin arkasından ağlamalı, titrek bir kadın sesi: “Veysi yine kapımın önünde gece yarısı bu rezalet nedir? Senin hiç utanıp arlanman yok mu?”

      Veysi üstünü başını yoklayarak: “Arlanma mı? Kim satar onu? On paralık almıştım, hangi cebime koyduğumu bilmiyorum. Galiba düşürmüşüm.”

      Kadın sesi yaslılığı artan bir titreme ile: “Yanındaki kim?”

      “Muhsin.”

      “Allah ikinizin de belasını versin.”

      “Amin… Fakat sevgilim seni de, muhterem kocanı da bu duadan hariç bırakmak istemem.”

      “Biz belamızı bulduk zati, senden daha sunturlusu olur mu? Dikkat et Veysi, kocam bir kere bu rezaletin farkına varırsa bu mahallede kan gövdeyi götürür.”

      Veysi bu acıklı tehdidin önünde boğazından fışkıran kahkahayı avuçları içinde boğarak: “Bilirim, bilirim kocan kanlı basur çektiydi; sinirlendiği zaman yine bu illeti depreşir, kanlar saçar.”

      Kadın: “Sus… Gülme. Yavaş söyle. Kocam uyanırsa sen tabanlarını yağladığın gibi buradan fertiği çekersin. Sonra benim hâlim ne olur?”

      “Senin gibi oynak bir karı, kocasının hiddetini çabuk yatırmanın yolunu bilir… Hem ne merak ediyorsun; babanın sağ kulağı taş gibi sağırdır. Bir kere solunun üstüne yattı mı tepesinde top patlasa işitmez.”

      “Sesin kısılsın komşular duyacak.”

      “Hangi komşular? Bütün etraf

Скачать книгу


<p>1</p>

Mangiz: Para. (e.n.)

<p>2</p>

Kokoz: Parası olmayan, züğürt. (e.n.)