Скачать книгу

>

      BİRİNCİ BÖLÜM

      BUZLU SUYUN ÜZERİNDE

      I

      BALIKÇI

      Deniz ve salamura kokularıyla bezeli olduğu, loş bir kabinde beraber içen, dev misali beş adamdılar. Boylarına göre oldukça küçük kalan bu barınak, içi boşaltılmış koca bir martı gibi uçtan uca uzarken daralıyordu. Aynı hızda, yavaşça sallanıyorlardı.

      Dışarıda bulunan deniz ve her yanı kaplayan gece bulundukları yerden görülmüyordu. Tavandaki tek açıklık da tahta bir kapakla kapatılmıştı, herkes yukarıdan sarkan tek bir lambanın titrek ışığıyla aydınlanıyordu. Mangalda ateş yanarken kurumakta olan giysilerin buharları, adamların pipo dumanına karışıyordu.

      Tüm yaşam alanlarını bir masa kaplıyordu, geriye kalan tek yer geminin meşe duvarlarına yaslanmış dar sandıklara oturabilmek için dolanılması gereken o boşluktu. Hemen üzerlerinde, neredeyse kafalarına değen kocaman kirişler bulunuyordu. Arkalarında ise geminin iskelesine işlemiş, mezar oyuklarına benzeyen yataklar vardı. Ahşap doğramalar aşınmış hâldeydi, rutubet ve denizin suyu içlerine işlemişti. Yıpranmışlardı ve bu yıpranışla parıldıyorlardı.

      Kaplarında şarap ve elma likörü; yüzlerinde yiğitlik ve yaşama se-vinci vardı. Şimdi ise masada oturmuş kadınlar ve evlilik hakkında erkeklere özgü bir sohbet çeviriyorlardı.

      Odanın en görünen yerinde, duvarın üzerinde tahta bir çerçeve ile sabitlenmiş Meryem Ana tablosu asılıydı. Hepsinin koruyucu anası artık biraz eskimişti. Buna rağmen insanların yaptıkları tablolar, insanlardan daha uzun ömürlü olur.

      Meryem Ana kırmızı, mavi elbisesi ile bu gri ortamda tüm yaşam enerjisini içinde barındırıyordu. Çok fazla içli ve hararetli dua işitmiş olduğu, önünde duran iki adet yapma çiçek ve çivilenmiş tespihten bile belli oluyordu.

      Adamlar birbirlerinin tıpatıp aynı dar, kalın yünlü, mavi ve pantolonlarının içine iliştirilmiş kazaklar giymişlerdi. Hepsinin başında birer denizci şapkası da vardı.

      Yaşları birbirinden farklıydı. Kaptan kırklarında, diğer üç tanesi de yirmi beş otuz yaşlarında gibi gözüküyorlardı. Sylvestre isimli beşincileri ise henüz on yedi yaşındaydı. Boyu, gücü itibariyle şimdiden gerçek bir erkek gibi görünüyordu, seyrek kıvırcık sakalları yanaklarını kaplıyordu. Sadece yumuşak bakışları ve saf, gri gözleri masumiyetini koruyordu.

      Yerin dar olması onları rahatsız etmemişti, hatta yan yana oturmaktan memnun gözüküyorlardı.

      Dışarıda bulunan gece ve denizin derin, karanlık suları ıssızlığı barındırıyordu. Duvarda bulunan bakır saat on biri gösteriyordu, ahşap tavandan da yağmurun sesi duyuluyordu.

      Eğlenceli fakat edepsiz ifadelerin yer almadığı evlilikle alakalı bir sohbet dönüyordu aralarında. Konuşulanlar genç olanlar için birer hikâyeden ibaretti. Arada kahkahalarla sevgi konusunda açık ifadelerin yer aldığı birkaç söylem oluyordu. Fakat olgunlaşmış erkeklerin düşüncesine göre aşk daima temiz ve masumdur. Üzerinde kabaca konuşulsa bile iffetli olmalıdır.

      Bu sıralarda Sylvestre’ın canı, sevdiği kız; Jean yüzünden sıkılıyordu.

      Bu arada neredeydi bu Yann; hâlâ yukarıda işini mi görüyordu yoksa? Neden gelip de eğlenceye katılmıyordu?

      “Artık, gece oldu.” dedi kaptan.

      Ayağa kaktı ve tepelerinde bulunan tahta kapağı başıyla açarken içeri yayılan ışık eşliğinde seslendi.

      “Yann! Yann! Hey! Adam!”

      İçeriye hafifçe sızan ışık gün ışığını andırıyordu.

      “Neredeyse gece yarısı…” Buna rağmen gerçekten de içeri sızan o ışık, gizemli aynalarca uzaklardan yansımış alaca karanlığın aksi gibiydi.

      Delik kapandığı gibi tekrar gece oldu, tepelerindeki ampul yine sarı ışığını yaymaya başladı. Yann’ın kocaman botlarıyla aşağı indiği işitildi.

      Kocaman bir ayı misali kapıdan iki büklüm girdi. İlk yaptığı keskin salamura kokusundan burnunu tıkayıp suratını ekşitmek oldu.

      Özellikle, kazık yutmuş gibi duran dimdik sırtından dolayı, ortalama bir erkeğin boyutlarını fazlaca aşmaktaydı, Karşıdan bakıldığında mavi kazağından bile belli olan omuz kasları, kollarının üzerine yerleştirilmiş birer topu anımsatıyordu. Kendinden emin, vahşi bakan kahverengi iri gözleri vardı.

      Kollarını Yann’a saran Sylvestre çocuksu bir hareketle onu kendisine şefkatle çekiverdi. Yann’ın kız kardeşiyle nişanlıydı ve kendini onun kardeşi olarak görüyordu. Yann ise sevilmek isteyen bir aslan gibi kendisini onun kollarına bırakırken bembeyaz dişleriyle gülümsedi.

      Diğer erkeklere göre ağzı da daha büyük olduğundan dişlerinin önü biraz açık ve aralık kalıyordu. Bakıldığında dişleri küçücükmüş gibi gözüküyordu. Hiç kesilmemesine rağmen sarı bıyığı kısacıktı, zarif dudaklarının üzerinde simetrik iki bukle hâlinde kıvrılarak dağılıyordu. Bıyığından geriye kalan yerler tıraşlıydı. Daha önce kimsenin dokunmadığı, taze meyveler gibi hafif pembe ve körpe duruyordu.

      Yann da oturunca herkes bardaklarını bir kez daha doldurdu, pipolar yakılsın diye miço çağırıldı.

      Pipoları yakma işi miço için biraz da olsa tütün içebilmek anlamına geliyordu. Miço, oradaki herkesle uzaktan da olsa akraba sayılabilecek gürbüz, yuvarlak hatlı bir delikanlıydı. Görevi yeterince zor olmasına rağmen fazlaca da şımarıktı. Yann ona biraz kendi bardağından içki ikram ettikten sonra yatması için geri gönderdi.

      Miço gider gitmez evlilikle ilgili sohbete kalınan yerden devam edildi.

      “Eee Yann, senin düğününü ne zaman yapacağız?” diye sordu Sylvestre.

      “Utanmıyor musun?” diye üsteledi kaptan. “Senin gibi kazık kadar olmuş, yirmi yedi yaşındaki bir adam hâlâ bekâr. Seni gören kızların aklından kim bilir neler geçiyordur?”

      Yann ise son derece umursamaz ve kızlara yukarıdan bakan bir ifade ile omuz silkti.

      “Ben düğünümü geceleri yaparım. Gerçi bazen gündüzleri de yaptığım oluyor. Ne zaman denk gelirse artık.” diye yanıt verdi.

      Yann devlete olan borcunu henüz tamamlamıştı. Donanmanın topçu eri olduğu zamanda da Fransızca konuşmayı ve insanları kuşkulandıracak cümleler kurmasını öğrenmişti. Hemen ardından, söylediğine göre on beş gün süren düğününü anlatmaya başladı.

      Nantes’ta bir şarkıcı ile birlikteydi. Akşamların birinde denizden döndüğünde, içindeki karamsarlıkla kabareye gitmişti. Mekânın girişinde yirmi Louis altınına devasa çiçek buketleri satan bir kadın duruyordu. Ne yapacağını düşünmeden hemen bir tane satın almış, içeri girer girmez de şarkıcının yüzüne doğru çiçekleri fırlatıvermişti. Aslında şarkıcıyı çok da güzel bulmamış, boyalı bir bebeğe benzetmişti. Bu da kendince bir itiraftı aslında; kadın anında çakılmış, takip eden üç haftada da ondan ayrılmak bilmemişti.

      “Hatta yanından ayrılacağım zaman, bana bu altın saati hediye etti.” dedi ve herkes görsün diye saati oyuncakmış gibi masanın ortasına fırlatıverdi.

      Hikâyeyi kabaca ve kendine özgü ifadelerle anlatmıştı. Sivil yaşamın bu sığ hâlleri, bizim denizin derin sessizliğiyle çevrili adamlar için fazla aykırı kaçıyordu. Tepelerinden yarımca gözüken gece, kutup yazının bitmekte olduğunun habercisiydi.

      Yann’ın bu davranışları Sylvestre’ı hem şaşırtıyor hem de üzüyordu. O Ploubazlanec adlı bir kasabada bir balıkçının dul eşi olan ninesi tarafından büyütülmüştü, inançlara saygılı, bakirliğini koruyan bir çocuktu.

      Henüz küçükken bile her gün ninesi ile birlikte annesinin mezarına gider, dizlerinin üzerinde onun için saatlerce dua ederdi. Uçurumun tepesinde yer alan annesinin mezarından da bir zamanlar babasının kaybolduğu gemi kazasının yaşandığı Manş Denizi’nin gri suları gözüküyordu. Ninesi ile birlikte fakir hayatı sürdüğünden çok erken yaşta balıkçı teknesinde çalışmaya başlamıştı, tüm çocukluğu açık denizlerde geçmişti. Gözlerinde kalan masumiyet de her gece ettiği dualardan kaynaklanıyordu.

Скачать книгу