Скачать книгу

Masago mahallesine gittiler ve Nonomiya, ona Batı yemeği ısmarladı. Nonomiya’ya göre Hongo’daki en lezzetli yemekler o dükkânda yapılıyordu. Fakat Sanşiro’nun damağı, alelade Batı yemeği tadından öte bir tat algılamamıştı. Yine de yemeğini sonuna kadar yedi.

      Batı yemeği lokantasının önünde Nonomiya’dan ayrıldı; Oivake’ye29 dönmek için, geldikleri yoldan dört yol ağzına kadar gidip sola saptı. Takunya alayım, diye düşünerek bir takunyacı dükkânına baktı; ama orada bembeyaz gaz lambasının altında, bembeyaz boyanmış bir kız, alçıdan yontulmuş bir canavar gibi oturuyordu; manzara Sanşiro’ya o denli itici geldi ki, genç adam takunya almaktan caydı. Oradan eve dönene kadar, üniversitedeki göletin kıyısında rastladığı kızın yüzünün renginden başka bir şey düşünmedi… O kızın teni çok hafif bir bronzluktaydı, ateşe tutulmuş pirinç lokumu gibiydi. Ve teninin dokusu kusursuzdu. Sanşiro, kadın dediğinin teni mutlaka o renkte olmalı, diye düşündü.

      Üç

      Ders yılı, Eylül’ün on birinde başladı. Sanşiro, uslu çocuk olup sabah saat on buçukta okula gitti, ama kapının önüne geldiğinde duyuru panosuna asılı ders programı dışında hiçbir şey bulamadı; meydanda tek bir öğrenci bile yoktu. Kendini ilgilendiren derslerin saatlerini defterine not edip öğrenci işlerine gitti ve orada, memurlardan başka kimseye rastlamadı. Derslerin ne zaman başlayacağını sorduğunda memurlar, “Eylül’ün on birinde başlayacak,” dediler. O gün zaten ayın on biriydi. “Ama bir sürü sınıfa baktığım halde ders yapan kimseyi görmedim,” dediğinde, “Hocalar yok da ondan,” diye cevap verdiler. Sanşiro, “Demek bu yüzdenmiş,” diye düşünüp ofisten çıktı. Binanın arkasına kadar yürüyüp, oradaki büyük zelkova ağacının altından gökkubbeye baktığında, gök ona normalde olduğundan daha aydınlık göründü. Bambu otlarının arasından yürüye yürüye su kıyısına indi, o malum gürgen ağacına kadar geldi ve onun altına, yine çömelerek oturdu. “Keşke o kız yine bir daha buradan geçse,” diye düşünerek ara sıra tepenin üstüne doğru baksa da, orada hiçbir insan silueti yoktu. Bu çok doğal, diye düşündü Sanşiro. Yine de oturmayı sürdürdü. Sonra öğle topu atıldı ve Sanşiro irkilerek öğrenci yurduna döndü.

      Ertesi gün tam sekizde okula gitti. Kampüsün ön kapısından girince dümdüz uzanan yolun iki yanına dikilmiş mabet ağaçlarının sıralanışına baktı. Yol, mabet ağaçlarının sona erdiği yerden aşağı, hafif eğimli bir yokuşu iniyordu; Kampüs kapısının yanı başından bakınca Sanşiro’nun bina namına tek görebildiği, yokuşun öte yanındaki temel bilimler fakültesinin ikinci katının bir kısmıydı. Binanın çatısının ardında da, sabah güneşinin aydınlattığı Ueno ormanı30 ışıldıyordu. Güneş tam karşısındaydı. Sanşiro, bu derinlikli manzaradan çok hoşlanmıştı.

      Mabet ağaçları sırasının bu yanında, sağ tarafta hukuk ve edebiyat fakülteleri vardı. Sol tarafta, biraz içeride, doğa tarihi amfisi duruyordu. Karşılıklı duran bu iki bina birbirinin tıpkısıydı, ince uzun pencerelerinin üstünden, üçgen şeklinde çatılar yükseliyordu. O üçgen çatıların kenarları, çatının siyah rengiyle kırmızı tuğladan duvarların kesiştiği yer, yontma taştan ince bir şerit şeklinde yapılmıştı. İşte bu taş uçuk mavi renkte uzanıyor, hemen altındaki tuğlaların kızıl rengi bu sayede göze daha çarpıcı geliyordu. Ve o uzun pencerelerle o yüksek üçgenlerin kim bilir kaç tanesi, yan yana uzanıp gidiyordu. Sanşiro, geçen gün Nonomiya’nın teorisini dinler dinlemez, bu binayı daha güzel görmeye başlamıştı; ama bu sabah, binanın güzel olduğu düşüncesi Nonomiya’nın değilmiş de başından beri kendisine aitmiş gibi hissediyordu. Bilhassa doğa tarihi binasının, hukuk ve edebiyat fakülteleriyle aynı hizada durmayıp biraz içeride oluşu ona bir intizamsızlık gibi gelmeye başlamıştı. “Bir dahaki sefere Nonomiya’yla karşılaşınca, bunu bizzat icat ettiğim bir teori olarak sunayım,” diye düşündü.

      Hukuk ve edebiyat fakültelerinin sağında, elli metre kadar ileride duran kütüphane binasını da çok beğenmişti. Neden bilmiyordu ama bu iki bina, gözüne aynı mimariyi paylaşıyormuş gibi gelmişti. Kütüphanenin kırmızı duvarının hemen dibinde bitmiş şu beş altı tane koskoca telli palmiye bilhassa güzel görünüyordu. Sol tarafta, epeyce ileride yükselen mühendislik fakültesi, feodal çağa ait Avrupa tarzı bir şatodan kopartılmışa benziyordu. O bina, kusursuz bir kare şeklinde yapılmıştı. Pencereleri de kareydi. Sadece köşeleri yuvarlatılmıştı ve girişi halka şeklindeydi. Herhalde bir şatonun kulesi model alınarak inşa edilmişti. Tıpkı kale gibi sağlam olduğuna şüphe yoktu. Hukuk binasının aksine, asla yıkılamazmış gibi görünüyordu. İnsana kısa boylu bir sumo güreşçisini hatırlatıyordu.

      Sanşiro, durduğu yerden bakabildiği her şeye uzun uzun baktıktan sonra, daha bunların dışında göremediği pek çok binanın da bulunduğunu hesaba katınca, belli belirsiz bir büyüklük hissi duydu. “Eğitim kenti dediğin işte böyle olur. Böylesi yapılar varsa insan daha iyi araştırma yapar. Harika bir şey bu.” Sanşiro, kendini sanki âlim olmuş gibi hissediyordu.

      Ama sınıfa gittiğinde, zil çaldığı halde hoca gelmedi. Hatta öğrenciler de gelmedi. Sonraki ders saatinde de durum değişmedi. Bu durum karşısında siniri bozulan Sanşiro yerinden kalktı, sınıftan çıktı. Ne olur ne olmaz diye göletin civarında iki tur attıktan sonra öğrenci yurduna döndü.

      O günün üzerinden on gün daha geçtikten sonra, nihayet dersler başladı. Sanşiro sınıfa girip de ilk kez diğer öğrencilerle beraber hocanın gelişini beklediğinde, kalbinde gerçek bir kıvanç duydu. Bir Şinto rahibi, kıyafetlerini giyip tören gerçekleştirmek üzereyken herhalde böyle hisseder, diye kendi hislerini yine kendi başına betimledi. Üzerine, eğitimin yüceliğinden bir damla olsun yağdığından emindi. Ayrıca, zil çalalı on beş dakika geçtiği halde halen gelmemiş oluşu içindeki beklentiyi kamçılamış, hocaya duyduğu hürmeti çoğaltmıştı. Sonunda, şık görünümlü, Avrupalı bir amca kapıyı açıp geldi ve akıcı bir İngilizceyle ders vermeye başladı. O saat Sanşiro, answer sözcüğünün Anglo-Sakson dilindeki andswaru’dan türemiş olduğunu öğrendi. Sonra da, Scott’ın ilkokula gittiği köyün adını öğrendi. Bu bilgileri özenle defterine kaydetti. Daha sonra, edebiyat eleştirisi dersine gitti. O dersin hocası sınıfa girip, kara tahtaya bir süre baktıktan sonra, tahtada yazılı duran Geschehen ve Nachbild kelimelerine bakıp “Haaa, demek Almanca,” dedi; gülerek tahtayı sildi. Sanşiro, bundan ötürü Almancaya karşı beslediği hürmetin biraz zayıfladığını hissetti. Hoca, tahtayı sildikten sonra antik çağların edebiyatçılarının, edebiyatın ne olduğunu izah için getirdiği tanımlardan yaklaşık yirmi tanesini anlattı. Sanşiro, bunları da özenle defterine kaydetti. Öğleden sonra sınıftan çıkıp anfiye gitti. Bu anfide yaklaşık yetmiş seksen dinleyici vardı. Dolayısıyla hoca da, tiyatro sahnesindeki oyuncuların sesiyle konuşuyordu. Ders, “Bir top gürlemesiyle Uraga’nın rüyası son buldu31,” diye başladığı için, Sanşiro ilgiyle dinliyordu; ama sürüyle Alman filozofunun ismi geçmeye başlayınca dinlediğini anlamakta zorlanır oldu. Oturduğu sıraya bakınca, önceki öğrencilerin kazıdığı yazıları gördü. Birisi, kusursuz şekilde “Sınıfta Kaldım” diye yazmıştı. Bunu kazıyan kişinin epeyce boş zamanı vardı anlaşılan; sert meşeden masaya böyle muntazamca yazı kazıyabilmek emek ve ustalık isterdi. Yazılar, çok derince kazınmıştı. Yanında oturan adam, takdir edilesi bir sebatla not alıp duruyordu. Sanşiro, adamın defterine göz attı ve not almadığını gördü. Adam, bu mesafeden hocanın karikatürünü çiziyordu. Sanşiro bakar

Скачать книгу


<p>29</p>

Üniversitenin yakınında bir semt, burada (Sanşiro’nun da kaldığı) bir öğrenci yurdu vardı. (ç.n.)

<p>30</p>

Ueno: Tokyo’da bir semt. Burada 540 dönümlük bir park bulunmaktadır. (ç.n.)

<p>31</p>

1638’dan 1854 yılına dek Japonya kendini dış dünyaya kapattı. Yabancıların ülkeye gelmesi yasaktı. 1854’te, Amerikan savaş gemilerinin Uraga limanına gelmesiyle bu izolasyon devri sona erdi. (ç.n.)