ТОП просматриваемых книг сайта:
Kayıp kıta: atlantis efsanesi. C. J. Cutcliffe Hyne
Читать онлайн.Название Kayıp kıta: atlantis efsanesi
Год выпуска 0
isbn 978-625-8068-00-9
Автор произведения C. J. Cutcliffe Hyne
Издательство Maya Kitap
Donanmanın yeniden hazırlanması süratle gerçekleşmişti. Dediklerine göre, denizaşırı yolculuklara çıkan gemiler için hiçbir zaman bu kadar hızlı bir şekilde yeni erzak tedariki yapılmamış, bu kadar çabuk kalafat edilmemiş ve yeni personel takviyesi alınmamıştı. Gerçekten de gemilerin limana çekildikleri günden, duvarların ötesine geçip okyanusun geniş vadileri boyunca dere tepe düz giderek doğuya doğru yolculuğa başlamaları, bir aydan fazla sürmemişti.
Bu uzun deniz yolculuğu için temin edilmesindeki zorluklar nedeniyle kürek çeken Avrupalı köleler alınmamıştı; çünkü modern insanlık, kıtalarındaki geleneğe göre, onların birbirlerini yemelerine izin verilmesini yasaklıyordu ancak yedekteki yelkenler tek başına yetersiz kalıyordu. Gerçi modern bilim, önü bulutlarla kapalı olmadığı zaman güneşten nasıl güç alınacağını göstermişti ve (bir şekilde denizciler tarafından gizli tutulan) bu iş, geminin ön tarafından deniz suyunun içeri çekilerek rüzgâr ters yönden esse bile gemiyi fark edilir derecede ileri itebilecek kadar bir güçle kıç tarafından dışarı püskürtülmesiyle yapılıyordu.
Denizcilik, bir başka konuda da büyük bir gelişme göstermişti. Artık, yön bulmak için (kara görüş menzili dışındayken) eskiden olduğu gibi büsbütün yıldızlı bir geceye güvenmek gerekli değildi. Her geminin ön tarafına, dengede duracak şekilde bir kolu ileriye uzanmış ve sürekli gökteki Güneyhaçı takımyıldızının bulunduğu yönü gösteren, küçük bir heykel yapılmıştı. Böylece bir açı ayarlamak suretiyle, geminin rotası doğru olarak saptanabiliyordu. Okyanusun sularında doğru bir pozisyon bulmak için başka aletler de vardı; çünkü yeni bir denizcinin Tanrılar’a olan güveni, denizdeyken çok azdır ve büyük oranda kendi kas gücü ile zekâsına güvenir.
Her şeye rağmen, modern günlerde bile bu kapkara adamların oradan ayrılırken liman şehriyle son defa vedalaşmalarını görmek eğlencelidir. Malzemeler yüklenip gemi denize açılmaya tamamen hazır olduğunda, onlar da yıkanıp en gösterişli elbiselerini giyerler. Dindar yüzlerinde ciddi bir ifadeyle karaya çıkarlar ve Tanrı’nın kıyı halkıyla fazla iç içe olmadığı, gözden uzak tapınaklar ararlar; burada gürültü patırtı içinde savurgan harcamalarla kurban keserler. En sonunda, Tanrı’nın onuruna bir ziyafet verilir ve ardından gemiye geri dönülür; hepsi oburlukları ve diğer aşırılıklarıyla ağırlaşmış, çoğunlukla sarhoş bir halde somurtarak denize açılırlar.
Yolculuk, benim önceki deniz yolculuğumdan çok farklıydı. Kıyılarla teması kesmeden ve ürkek bir halde emekler gibi yavaş yavaş gitmiyorduk. Açık körfezin sularında dosdoğru yurdumuzun istikametine doğru ilerledik ve karşımıza çıkan Karayip Adaları şeridinin içinden, sanki denizyolunu işaretlemek için oraya konulmuş yön levhalarının arasından geçer gibi güvenle geçtik; odun, su ve meyve tedariki için sadece iki defa durduk. Bu emtialar da yabanilerin bize ücretsiz olarak getirdikleri şeylerdi ve itaatleri o kadar büyüktü ki hiçbir yerde bir kavga belirtisi bile olmadı. Bu, Atlantis’in ve onun en güzel denizaşırı kolonisinin büyüyen gücünün en büyük göstergesiydi.
Sonra yönümüzü bulmakta bize yardım etmeleri için Tanrılar’a hiçbir kurban sunmaksızın, cesaretle ötelerdeki uçsuz bucaksız okyanusa açıldık. Kimileri bu kaba saba denizcileri Tanrılar’a saygısızlık ettiği için kınayabilir ama bu adamların olağanüstü yetenekleri ve özgüvenleri karşısında onlara hayranlık duymadan edemezdi.
Issız denizin tehlikeleri, Tanrılar’ın kendi isteklerine göre belirlenir ve insan, onları sadece olduğu gibi göğüslemek dışında bir şey yapamaz. Fırtınalarla karşılaştık ve denizciler onlara karşı inatçı bir dirençle savaştı, gökten tıslayarak tam yanımıza iki defa yanan bir taş düştü; ama gemilerimizden herhangi birine zarar vermedi ve kaçınılmaz olarak büyük deniz canavarları, alışılagelmiş vahşetleriyle üzerimize saldırdılar. Ne var ki bu son saldırıların sadece bir tanesinde maddi kayıp yaşadık; o da büyük deniz kertenkelelerinden üçünün, benim seyahat ettiğim Bear adındaki gemiye aynı anda saldırmaları sırasında oldu.
Onların saldırıya geçtiği saat, yakıcı sıcaklıkta bir öğle vaktiydi ve güneş gücünün doruğunda olduğundan makinelerimiz ondan tam güç alıyordu. Gemi, kuru bir arazide yürüyen bir adamın yürüyüşünden biraz daha hızlı ilerliyordu. Ancak bu hız, yaratıklar onu gördüğü zaman geminin kaçabilmesi açısından yerinde saymaktan farklı değildi. Dediğim gibi üç taneydiler ve onları ufkun kavisinden ortaya çıktıklarında gördük, geniş yüzgeçleriyle denize çarptıkça köpükler çıkararak ve yüzerken uzun boyunlarını gemi direği gibi sallayarak bize doğru geldiler. Donanmamızın gemileri uzun, düz bir hat şeklinde yol alıyordu ve eski günlerde canavarların her biri, kendine ayrı bir av seçerek onun peşinden giderdi. Bununla birlikte sanki insanlar gibi bu canavarlar da savaşın gerektirdiği taktikleri öğrenmişti ve şimdi toplu halde avlanıyor, güçlerini bölmüyorlardı.
Gemimize doğru geldikleri aşikârdı ve kaptan Tob, onların saldırısından korunayım diye muhtemelen beni kıç kasaraya götürecekti ve orada güvende olacaktım. Bana, Efendi Tatho’ya karşı benim güvenliğimden sorumlu olduğunu söyledi; bu canavarların, karınlarını doyurmak için gemi mürettebatından bazılarını ele geçirmeyi başaracakları kesindi ve eğer bunlardan biri, tesadüfen Efendi Deukalion olursa o zaman kaptan, sonradan Tatho’nun elinde çok acı bir ölümle can vermektense kendini canavarlara gönüllü olarak vermeye razıydı.
Gelgelelim, ben kafama koymuştum. Bir adam, ister insan ister canavar olsun, düşmanlarla savaşmak için asla çok fazla deneyime sahip olamazdı; bu yaratıkların saldırısı benim için yeni bir şeydi ve ben bunun yöntemini öğrenmeye yürekten istekliydim. Bu yüzden kaptana, Tatho’ya yazdığım ve meselenin nasıl olduğunu anlatan bir mektup verdim (bu kaba arkadaşın bunun için biraz minnettar olduğu söylenebilirdi) ve tentenin altındaki sandalyemde oturmaya devam ettim.
Canavarlar, ısırmaya hazır çeneleriyle birden son hızla üzerimize geldiler ve tüm gemiciler silahlarıyla savunma pozisyonuna geçtiler. Geminin iki yanına geçen canavarlardan, daha küçük olan iki dişi geminin bir kanadından, dev boyuttaki erkek de diğer kanattan gemiye çıktı. Kocaman kafalarıyla neredeyse yelkenleri tutan seren direğine kadar yükseliyorlardı ve onlardan gelen pis koku, insanın midesini bulandırıyordu.
Gemiciler aslan gibi bir cesaretle canavarlara karşı koydular. Oklar, pürüzsüz ve boğa derisi kadar kalın derilerine karşı faydasızdı. Üzerlerine püskürtülen alevler, derilerini yakmıyordu bile; saldıran bir kafayı, ancak aynı anda vurulan yirmi balta darbesi geri püskürtebiliyordu ve bunlar da sadece metalin ağırlığı nedeniyle başarılı oluyor, bir yara izi bile bırakmıyordu.
Canavarlar, dünyaya hâkim olma konusunda her zaman insanlarla çatışmışlar ve yalnızca Atlantis, Mısır ve Yucatan’da insanlar kendi üstünlüğünü koruma cesareti göstermiş, onlara karşı kararlı bir güçle savaşarak önceki birçok savaştan zaferle ayrılmışlardı. Avrupa ve Orta Afrika’daki daha büyük canavarlar, tam hâkimiyete sahiptiler ve insanlar, hem sayılarının hem de güçlerinin azlığını kabul ederek kuytu arazi oyuklarında ve ağaç tepelerinde, aleni bir şekilde kaçak olarak yaşıyorlardı. Büyük okyanuslardaki canavarlar, denizlerin önü alınmamış efendileriydiler.
Buradaki, bu ıssız denizdeki dev kertenkeleler benim için yeni olmasına rağmen, yine de kendi