Скачать книгу

ion>

      1

      Düzgün toplanmış yatakta ölüsü yatan adam, önce ceketiyle kravatını çıkarmış, sonra da kapının yanındaki sandalyeye asmıştı. Ardından ayakkabılarının bağcıklarını çözmüş, sandalyenin altına yerleştirmiş ve ayağına siyah bir terlik geçirmişti. Ucuna filtre takılmış üç sigara içmiş ve yatağın başucundaki sehpada duran küllükte söndürmüştü. Arkasından sırtüstü yatağa uzanmış ve ağzından kendini vurmuştu.

      O kısım pek hoş görünmüyordu.

      En yakındaki komşusu, erken emekliliğe ayrılmış bir yüzbaşıydı. Geçen sene yabani geyik avında kalçasından yaralanmıştı. Kazadan sonra pek uyuyamıyordu ve genellikle geceleri oturup iskambil falı açardı. İskambil destesini kutusundan tam çıkarırken duvarın diğer tarafından silah sesini duyunca derhâl polisi aramıştı.

      7 Mart sabahı saat dörde yirmi vardı, iki devriye polisi kilitli kapıyı kırarak eve girdi. İçerideki yatakta yatan adam, otuz iki dakikadır ölüydü. Adamın intihar ettiği apaçık ortadaydı, bunu idrak etmeleri uzun sürmedi. Ölüm haberini telsizden duyurmak üzere arabalarına geri dönmeden evvel, dairede sağa sola baktılar ama aslında bunu yapmamaları gerekiyordu.

      Dairede yatak odası haricinde bir oturma odası, bir mutfak, hol, banyo ve gömme dolap vardı. Herhangi bir mesaj ya da veda mektubuna rastlamadılar. Görünen tek yazılı şey oturma odasındaki telefonun yanında duran not defterindeki iki kelimeydi. İki kelime bir isme işaret ediyordu. Oradaki polislerin çok iyi bildiği bir isme.

      Martin Beck.

* * *

      Ottilia’nın isim günüydü.

      Sabah on biri biraz geçe Martin Beck Güney polis merkezinden ayrılıp Karusellplan’daki tekelin önünde uzayan kuyruğa dahil oldu. Bir şişe Nutty Solera satın aldı. Metroya yürürken aynı zamanda bir demet kırmızı lale ve bir kutu İngiliz peynirli kraker aldı. Annesi vaftiz edilirken ona verilen altı addan biri Ottilia’ydı ve Martin Beck annesinin isim gününü kutlayacaktı.

      Huzurevi geniş ve çok eskiydi. Orada çalışmak zorunda olanlar için fazla eski ve rahatsız bir mekândı. Martin Beck’in annesi bir yıl önce oraya taşınmıştı. Tek başına idare edemediğinden değildi bu taşınma çünkü kadın yetmiş sekiz yaşına rağmen hâlâ hayat dolu ve gayet dinçti. Fakat tek çocuğuna yük olmak istememişti. Böylece sağlığı yerindeyken kendine huzurevinde güzel bir yer ayarlamıştı ve hoş bir oda boşalınca, yani eskiden içinde yaşayan kişi vefat edince o da eşyalarının çoğunu elden çıkarıp oraya taşınmıştı. Martin Beck, babasının on dokuz yıl önceki ölümünden bu yana onun tek dayanağıydı ve arada bir, annesine kendi bakmadığı için vicdan azabı duyardı. Derinde bir yerde, içten içe, annesinin kendi inisiyatifi eline alıp ondan tavsiye istemeden hareket etmesine minnettardı.

      Martin Beck içinde asla hiç kimsenin oturduğunu görmediği, kasvetli küçük oturma odalarından birinin yanından geçti, iç karartıcı koridordan yürüdü ve annesinin kapısını tıklattı. Martin Beck içeri girince annesi şaşırarak baktı; kulakları ağır işitiyordu ve onun hafif tıklamasını duymamıştı. Yüzü aydınlandı, kitabını kenara koyup doğrulmaya kalktı. Martin Beck hızlıca yanına gitti, yanağından öpüp onu nazikçe tekrar koltuğuna oturttu.

      “Benim için ayaklanma lütfen,” dedi.

      Çiçekleri annesinin kucağına koydu, şişeyi ve krakerleri de sehpaya bıraktı.

      “İsim günün kutlu olsun, anne.”

      Annesi çiçeklerin kâğıdını açıp, “Ah, ne kadar güzeller. Hele şu krakerler! Peynirli mi? Ah, şeri. Vay canına!” dedi.

      Annesi ayağa kalktı, Martin Beck’in itirazlarına rağmen bir dolaba gidip gümüş rengi bir vazo çıkardı, musluktan suyla doldurdu.

      “Bacaklarımı kullanamayacak kadar yaşlı ve düşkün değilim,” dedi. “Asıl sen otur orada. Şeri mi içelim, kahve mi?”

      Martin Beck paltosuyla şapkasını asıp oturdu.

      “Hangisini istersen,” dedi.

      “Kahve yapıyorum,” dedi annesi. “Şeri de şimdilik dursun, bizim ihtiyar hanımlara ikram edip oğlum getirmiş diye övünebilirim. Konuşacak neşeli şeyler bulmak lazım.”

      Martin Beck sessizce oturdu, annesinin elektrikli ocağın düğmesine basmasını ve suyla kahveyi ölçmesini izledi. Annesi ufak tefek ve narindi. Onu her gördüğünde daha da küçülüyordu.

      “Burada canın sıkılıyor mu, anne?”

      “Benim mi? Benim sıkıldığım görülmemiştir.”

      Cevap çok hızlı ve üstünkörü bir şekilde geldiğinden Martin Beck annesine inanamadı. Annesi oturmadan önce demliği elektrikli ocağa, vazodaki çiçekleri de masaya koydu.

      “Sen beni merak etme,” dedi. “Yapacak bir sürü şeyim oluyor. Kitap okuyorum, diğer kızlarla sohbet ediyorum, örgü örüyorum. Bazen kasabaya inip bir geziniyorum, gerçi durum berbat, her şeyi yıkıyorlar. Babanın eski iş yeri de yıkılmış, gördün mü?”

      Martin Beck başıyla onayladı. Babasının, Klara’da küçük bir nakliye şirketi vardı ve şimdi onun yerinde cam ve betondan bir alışveriş merkezi yükseliyordu. Martin Beck yatağın yanındaki şifonyerde duran babasının fotoğrafına baktı. Resim yirmili yılların ortalarında çekilmişti, Martin Beck daha bir iki yaşındaydı ve babası hâlâ uyanık bakışlı, yandan ayrılmış parlak saçları ve inatçı bir çenesi olan genç bir adamdı. Martin Beck’in babasına benzediği söylenirdi. Kendisi hiç benzetemese de bir benzerlik varsa eğer fiziksel bir benzerlikle kısıtlıydı. Martin Beck babasını açık sözlü, neşeli bir adam olarak hatırlıyordu, çoğu kişi tarafından sevilirdi, kahkahalar atar, espriler yapardı. Martin Beck kendini utangaç ve aslında sıkıcı biri olarak tanımlardı. Fotoğrafın çekildiği dönemde babası inşaat işçisiydi ama birkaç yıl sonra, ekonomik bunalım yaşanmış ve babası iki yıl işsiz kalmıştı. Martin Beck, annesinin o fakirlik ve kaygı yıllarını hiçbir zaman aşamadığını düşünüyordu; sonradan durumları iyileşse de annesi para endişesinden hiç kurtulamamıştı. Hâlâ daha eğer zaruri değilse annesi yeni bir şey satın almazdı. Hem giysileri hem de eski evinden getirdiği mobilyalar eskilikten dökülüyordu.

      Martin Beck arada sırada ona para vermeye çalışıyor, düzenli aralıklarla evinin faturalarını ödemeyi teklif ediyordu fakat annesi gururluydu, inatçıydı ve bağımsız bir kadın olmak için ısrar ediyordu.

      Kahve kaynayınca Martin Beck demliği getirdi, annesi kahveyi döktü. Oğlunun hep üstüne titrerdi. Martin Beck çocukken onun bulaşıklara yardım etmesine ya da yatağını toplamasına hiç izin vermezdi. Annesinin düşünceli tavrının nasıl kötü sonuçlar doğurduğunu, ancak yıllar sonra en basit ev işini yapmayı bile beceremeyince anlayıvermişti.

      Martin Beck annesini keyifle izledi, annesi kahvesinden bir yudum içmeden önce ağzına bir adet küp şeker attı. Martin Beck onun kahveyi ‘kıtlama’ içtiğini daha önce hiç görmemişti. Göz göze gelince annesi şöyle dedi:

      “Ah, benim kadar yaşlanınca bazı konularda kendine özgürlük tanıyor insan.”

      Annesi fincanı tabağına koyup arkasına yaslandı, incecik çilli ellerini kucağında gevşekçe bağladı.

      “Eh,” dedi. “Torunlarım nasıl, anlat bakalım.”

      Martin Beck bu günlerde annesine çocuklardan bahsederken olumlu şeyler dışında bir söz kullanmamaya dikkat ediyordu, ne de olsa annesi torunlarını diğer bütün çocuklardan daha akıllı, daha zeki ve daha güzel görüyordu. Martin Beck’in çocukların iyi özelliklerini yeterince takdir etmediğinden şikâyet eder, hatta onu anlayışsız ve katı bir baba olmakla itham ederdi. Martin Beck ise şahsen çocuklarını gayet gerçekçi bir biçimde algıladığı ve onların da diğer çocuklar gibi olduğu kanısındaydı. On altı yaşındaki Ingrid ile ilişkisi daha iyiydi; okulunda başarılı, hayat dolu, entel bir kızdı. Rolf yakında on üçüne basacaktı ve daha büyük bir sorundu. Tembel ve içine kapanıktı, okulla yakından uzaktan alakası yoktu ve özel bir ilgisi ve yeteneği olduğu da söylenemezdi. Martin Beck oğlunun ataletinden endişeleniyordu fakat yaşından ötürü olduğunu, oğlunun zamanla miskinlikten silkineceğini umuyordu. Şu anda Rolf hakkında söyleyecek olumlu bir şey bulamadığından ve doğruyu söylese annesi

Скачать книгу