Скачать книгу

işim – her zaman olduğu gibi – sana, yeteneğine, nüfuzuna, senin…”

      Perugino parmağını salladı. “O altar panosu benimkinin bir kopyasından başka bir şey değil.”

      Meryem’in Evliliği resmimi gördünüz mü? Sorun yok; bu resim ta Città di Castello’da, günlük yürüyüşünüzü yaparken denk gelebileceğiniz bir yerde değil yani. Ama kopyalarını gördünüz mü? O zaman suçlamasını reddedemeyeceğimi bilirsiniz. Tam olarak reddedemem. Her iki resim de – onun versiyonu Perugia katedralinde asılıydı – Meryem’in Yusuf’la evliliğini tasvir ediyor, ziyadesiyle yaygın bir konu ama aynı kompozisyonu, aynı ortamı ve – evet – Perugino’nun versiyonundakiyle aynı figürlerin çoğunu kullandım, ama… Ma per carità!20 Perugino’nun figürleri o kadar statik ki ritim yok, ön plandaki figürler tuvale bastırılmış gibi ve arka plandaki tapınak öyle ağır ki kompozisyonu aşağı çekiyor, renkleriyse fena halde zayıf mavi ve pembe tonlarından ibaret. Ne yapmam gerekiyordu, bir resmi nasıl iyileştireceğimi bu kadar net görebildiğim halde öyle kalmasına izin mi verseydim? Bunların hiçbirini yüksek sesle söylemedim elbette. Saraylılar asla kendi düşüncelerini söylemezler, hep başkalarının düşüncelerini söylerler. “Francesco Petrarca, sanatçıların birbirini taklit etme biçimlerinin, arıların bal ve balmumu yapmak için çiçeklerden polen çıkarmasına benzediğini söylemişti. Mesele kopyalama değil. Buradaki mesela, eskiyi alıp daha iyi hale getirmektir.”

      “Daha iyi mi? Daha iyi, ha?” Perugino’nun yüzü Paskalya’da yapılan vişne sosunun rengini aldı. “Sana acıyorum Raffaello. Tek istediğin en büyük olmak, ama berbat bir kopyacı asla en büyük olamaz.” Perugino kiliseden çıktı. Diğer adamlar da peşinden gittiler.

      Tessa ellerimi tuttu ve ne kadar üzgün olduğunu mırıldandı. “Beni buraya, Meryem ve Yusuf’un sonsuz birleşmelerini gösteren resminin olduğu yere getirmen çok romantik.”

      Tessa’ya döndüm. Kahverengi gözleri kocamandı ve parlıyordu. “Che?”21

      Kızardı. “Bunu bana söyletmeyeceksin herhalde, değil mi?”

      “Neyi?”

      “Rafa.” Sesi, Kutsal Perşembe günündeki rahibeler gibi sert çıkmıştı. “Utangaçlık etmene gerek yok. Benim babam yok. Ne erkek kardeşim var ne amcam. Hiç ailem yok. Yani başkasına sormana gerek yok.” Hüzünlü bir ifadeyle parmaklarımı çekiştirdi. “Beni buraya getiren sensin.”

      “Seni buraya maestromla tanışman için getirdim. Resmimi beğenip beğenmediğini görmeye…”

      Parmakları buz kesti. “Ama bugünün hayatımızı değiştireceğini söyledin. Mükemmelliği yaratacağımızı söyledin. Sonra benden sana San Francesco’ya kadar eşlik etmemi istedin. Sana burasının evlenmek istediğim yer olduğunu söylemiştim.”

      “Evlenmek mi?” Ellerini bıraktım.

      “Ya da nişanlanmak.”

      “Tessa, seninle evleneceğimi nereden çıkardın?”

      Göğsünden yukarı bir pembelik yayıldı. Kollarını bağlayıp baktı.

      Uffa, 22 atölyemde, ormanda, demircinin dükkânının arkasında yaptıklarımı inkâr edemezdim. “Ben…ben…ben…” Başparmağımdaki yeşil boya lekesini kazımaya başladım. “Bence çok hoşsun.”

      Çığlıklara hazırdım ama “Beni kilitli kapılar ve ressamların muşambalarının arkasına saklamayı bırakmanın zamanı geldi, Raffaello Sanzio,” derken sesi sinir bozucu derecede sakindi.

      “Mia cara, ben bir ressamım, evlilik ve aile için yaratılmamışım.”

      “Diğer ressamlar evleniyor. Atölyeleri, yardımcıları, eşleri, çocukları var.”

      “Ben diğer ressamlardan değilim.” Cebime uzandım, babamın eski uzun saplı boya fırçasını çıkardım ve parmaklarımın arasında döndürmeye başladım.

      “Erkeklerin miraslarını bırakabilecekleri çocuklara ihtiyaçları var.” Fırçayı döndürmemi durdurmak için elimi tuttu.

      “Çocuklar ölüyor,” dedim.

      Bu sefer cevap verme sırası ondaydı, “Che?”

      “Ve çocuklar yaşasa bile…” Fırçayı tekrar döndürmeye başladım. “Giotto’nun anne babasının adlarını biliyor musun? Ya Donatello’nun? Botticelli’nin? Büyük işler yapsam bile babamın adının gelecek nesillerin dilinden düşmemesini sağlayabilecek miyim? Belki onu onurlandırmak için yeterince şey yaparsam, adı bir yerlerde bir kitaba yazılır, ama onu geri getiremem.” Parmaklarım bir ritmi kaçırdı ve boya fırçam yere düştü. “İnsanlar ölür. Evlilik seni kurtaramaz, çocuklar seni kurtaramaz, aşk seni kurtaramaz. Hiçbir şey seni kurtaramaz.”

      Eteğini düzeltti. “Hocan seni üzdü. Bunu yarın konuşuruz.”

      “Perugino’nun beni üzdüğünü mü düşünüyorsun?”

      “Sana hırsız dedi.”

      “Bu şimdiye kadar duyduğum en harika şeydi. Bana iyi iş çıkardığımı söylemesini ya da maestro demesini umuyordum ama onu geride bıraktığımı kabul edeceği aklıma bile gelmezdi.”

      “Böyle bir şey olmadı.”

      “Tam da bu oldu. Kıskançlığı, altar panomun onunkinden daha iyi olduğunun kanıtı. Ve bunu biliyor.” Eğildim, fırçayı alıp cebime koydum.

      Tessa bana baktı – yüzündeki ifade de neydi? Sıkıntı mı? Korku mu? Tiksinti mi? “Rafa, dışarıdan insanlara çok mükemmel görünüyorsun ama…” Aniden şüphe götürmez bir şekilde üzgün göründü. “Ondan bu kadar uzaktayken mükemmelliği nasıl yaratacaksın?” Döndü ve çıkışa doğru yürüdü, etekleri taş zeminde hışırdıyordu.

      İnsanların bana kızmasından nefret ediyorum. Kalbini kırmak istememiştim; asla kalplerini kırmak istemem ama onun peşinden de gitmedim. Bunun yerine oturdum, eskiz defterimi çıkardım ve kendi altar panomu kopyalamaya başladım. Hâlâ mükemmelleştirilmesi gereken pek çok ayrıntı vardı: Meryem’in kafası çok küçüktü, rahibin ayakları garipti ve – uffa – dizinin altında bir sopayı kıran kırmızı taytlı çocuk iyi olmasına rağmen (Luca Signorelli’nin aynı konudaki bir resminde yer alan bir figürden esinlenmiştim) ağırlığı kalçalarının üzerinden o kadar geriye kaymıştı ki gerçek bir çocuk olsaydı devrilebilirdi. Resmim Perugino’yu yenecek kadar iyi olabilirdi ama mükemmel değildi. Henüz değildi. Perugino’dan bile daha iyi olan ressamların peşinden koşma zamanım gelmişti – dünyanın Botticelli’lerinin, Ghirlandaios’larının, Leonardo’larının… O ressamları bulma, onları inceleme, yaptıklarını alıp en iyi haline getirinceye kadar kopyalama – kopyalama, kopyalama, kopyalama, kopyalama – zamanım gelmişti. Benden üstün herhangi bir ressam kalmayana kadar… Ben hariç.

      III. Bölüm

Eylül, 1504Floransa

      Meryem Ana’ya şükürler olsun ki şu heykeltıraş bir ressam değil.

      O devi ilk gördüğümde ben de öyle düşünmüştüm. Siz gördünüz mü? Kopyalarını değil, belediye binasının dışında dikilen aslını kastediyorum. İnsanı eziyor gibi, değil mi? Boyundan dolayı mı böyle? Yoksa bakışından mı? Ya da bütün o parıldayan cilalı beyazlığından mı? Daha yakından bakınca küçüleceğini umarak hızla yaklaştım ama

Скачать книгу


<p>20</p>

İt. Aman Tanrım. (ç.n.)

<p>21</p>

İt. Ne? (ç.n.)

<p>22</p>

İt. Uf, of. (ç.n.)